4 Eylül 2021 Cumartesi

Bölüm 10 - Kadın

Sümerbank konfeksiyon fabrikası yıkılıp annem erken emekli olana kadar, her akşam annem işten geldiğinde “Anne ben acıktım.” diye karşılardım. Bütün gün çalıştıktan sonra dört kişiyi doyururdu. Şimdi masabaşı çalışmama rağmen bir midemi doyurmaya üşeniyorum. Emek nedir bilmezdim. Erken emekli olması güzel oldu ama kolay olmadı. Başkente eyleme gittiğini hatırlıyorum annemin. Atatürk tarafından Bakırköy sahilinde kurulan fabrika, yerine üniversite yapılacak söylentileri ile yıkılmıştı ama Bizans döneminden kalıntılar çıkınca bir süre durdurulmuş ve sonrasında ultra lüks dairelerin reklam panoları ile kapatılmıştı. Zamanın belediye başkanının şimdi orada bir dairesi var. Hatta 15 Temmuz’da muhalefet lideri darbe girişimini bu daireden izledi.


O fabrika arazisinden her gün geçip gideceğim Yeşilköy Anadolu Lisesi’ni kazandım. Bir sene hazırlık okuyacaktık ve şu an bütün dünyayı bana açan İngilizce öğretmenimin, ilk isteği orta okulda öğrendiklerimizi unutmamız olacaktı. Bir şeyleri unutmak için önce ne bildiğimi bulmalıydım ve bir deftere 8 yılda öğrendiğim bütün İngilizce kelimeleri yazmaya başladım. Sadece 2 sayfayı doldurabilmiştim.

Yeşilköy’de yıkılan Atatürk Havalimanı’ndan ilk seyahatim Budapeşte’ye oldu. Öğrenci değişim programı Erasmus ile Macaristan’ın küçük bir şehrinden kabul almıştım. Aynı üniversiteden iki kişi gidiyorduk ve inişte bizi, elinde ismimizin yazılı olduğu bir taksi şoförü karşılamıştı. Şehirlerarası taksi yolculuğu sonrası yurt kapımıza varmıştık. Belki de bizim adımıza okula yapılan hibenin tamamını orada harcamıştı danışmanımız. Bir süre yurtta kalsak da sonra eve çıkıp kirayı bölüşerek tasarruf etmek istedik. Danışmanımız bizim için kiralık ev arayıp, hususi arabasıyla emlakçı gibi gezdirdi. Aradığımız fiyat aralığı nedeniyle hiç de hoş olmayan yerlere bebeğiyle beraber gittik. Bizim dönemimiz sona ererken yeni öğrencilere kaldığımız evi göstermeye devam ediyordu. Öğrencilerle bu derece ilgilenen bir rehber hocam olsaydı eğitimim daha farklı olabilirdi.


Avrupa’nın hibelerinden daha da faydalanmak için bu sefer Avrupa Gönüllü Hizmeti ile İspanya’ya gittim. Başka projelerde dil eğitimi adına sadece sözlük verildiğini duymuştuk ama oradaki süpervizörümüz, ülke krizde olmasına rağmen, çalıştığımız belediyenin bir odasında Fransız ev arkadaşımla bana özel İspanyolca dersi ayarlamıştı. Haliyle ilk öğrendiğim cümle ‘Krizdeyiz!’ oldu çünkü belediye başkanı her konuşmasına ‘¡Estamos en crisis!’ diye başlıyordu. O sırada krizde olmayan ülkemin Avrupa hibelerini nerelere harcadığı sorgulanıyordu. Hem ekonomiden sorumlu devlet bakanı hem de dışişleri bakanı olan zatı muhterem, hesap veremediği için gençlerin Avrupa programlarına katılımı sınırlandırılmıştı. Şimdi kendisi gençlere deva olacağını söylüyor.

Bu kadar eğitim ve çalışma sonunda haliyle Avrupa’da çalışmaya devam edecektim ama bir türlü istediğim teklifi alamıyordum. Benim gibi mühendis olan eşim benden hızlı davrandı ve ilk teklifi o aldı. Artık ayrılmış olmamıza rağmen hala bunu gururla anlatırım. Mühendis bir kadın olarak başarılarıyla bana hep yol göstermiştir. Yıllarca havasını soluyup, suyunu içtiğimiz ve eğitildiğimiz vatanımızdan iki mühendis olarak ayrıldık.

Anlattıklarımın ortak noktası hepsinin hayatıma yön veren kadınlar olması. Hep başarılı kadınlar tanıdım. İş hayatında başarısız adam çok fazlayken başarısız kadın göremiyorsunuz çünkü adamlara verilen fırsatların aynısı onlara verilmediği için daha fazla çabalamak zorundalar.

Bakırköy’ün pasajlarından birinden geçerken arkadaşımla yurtdışı planlarını konuşuyoruz. Keşke orada ki yaşam şartları burada olsa da hiç gitmek zorunda olmasam diyorum. Beşiktaş bombalı saldırısı daha yeni olmuş ve ucuz atlatmışız. Burada şansa yaşıyoruz derken bir anda önümüze bir kadın fırlıyor. Peşinden bir adam gelip kadını tokatlamaya başlıyor. Yerden kaldırıp, tekrar vurduğu gibi yere indiriyor. Pasaj kalabalık ama herkes temkinli. Dayak, nasıl evlilik müessesinin kabul edilir bir yanı olduysa önce aile arasına girmeyelim diye vahşet bir süre izleniyor. Neden sonra müdahale ediliyor. Başımıza bir iş açılmasın diye uzaklaşıyoruz ve kadının geldiği yönde bir valiz gözüme ilişiyor. O da gitmek istemiş.

İstanbul sözleşmesi yaşatır!


İspanya'da çalıştığım belediyeki Mor Çatı için hazırladığım bir afiş.
Bir lisenin içine asıldı. "25 Kasım Cinsiyet şiddetine karşı.
Seni boğmalarına izin verme." yazılı bir ters kravat görseli.
 




28 Ağustos 2021 Cumartesi

Bölüm 8 - Televizyon

Dünyada televizyon programlarının üretildiği iki ülkeden biri Hollanda. Örnek olarak “Big Brother” ve “The Voice of Holland” bizde “Biri Bizi Gözetliyor” ve “O Ses Türkiye” olarak yayınlanmıştır. Tavsiye üzerine “Wie is de Mol?“ yani “Köstebek kim?” adında bir yarışma izledim. 1999’da başlayan bu yarışmada her bölüm bir kişi, yarışı sabote etmeye çalışıyor ve bunu katılımcılar da izleyici de sezon sonuna kadar bilmiyor. Hala yayınlanmaya devam eden bu yarışma bize neden gelmemiştir hayret.

“O Ses” İspanya’da da çok ilgi görüyordu ama biz “Física o Química” (Fizik veya Kimya) adında bir gençlik dizisi izliyorduk. Hani “Hayat Bilgisi” dizisini düşünün ama liselileri oynayan oyuncular daha genç ve bir de homoseksüellik ekleyin. Franco rejimi sonrası ilk olarak cinsel devrimi gerçekleştirdikleri için bunu doya doya anlatıyorlar. Bir de işitme engelliler için İspanyolca altyazı seçeneği var. Özel bir servisten bahsetmiyorum. Normal TV yayını teletext gibi bir formatta altyazı gösteriyordu. İspanyolca öğrenmek isteyen bizler için bulunmaz bir nimetti. İlk birkaç tekrarı altyazılı izledik. Birkaç diyorum çünkü ilk gösterimini tamamladığı için artık “Aşk-ı Memnu” gibi her gün siesta saatlerinde tekrarını gösteriyorlardı. Oradaki oyunculardan bazıları şimdi meşhur “La casa de papel” dizisinde. Hatta gençlerden birinin yeni karakterinin adı Tokyo.

Japonya, özgün TV programlarıyla her an şaşırtmaya hazır. Yarışmaları bize “Şahane Pazar” adı altında sunuldu. Orada kaldığım sürede kapsülümdeki minik TV ile çok yakın olduğum için lobideki büyük tüplü TV’yi tercih ettim. Tabi dilinden bir şey anlamıyordum ama kurmacada “Anlatma, göster!” düsturu olduğu için bir şekilde anlaşılıyordu. Daha fazla güneş ışığı için çerçevesi daraltılan PVC pencere reklamları ve ciddi görünümlü adamların siyaset programı gibi bir ortamda elleriyle “taş kağıt makas” oynaması aklımda kalmış.

Macaristan’da ise TV programları berbattı çünkü Doğu Avrupa’da yabancı televizyon programlarını seslendirmeyi sadece iki kişi yapar. Tüm kadınları bir kadın ve tüm erkekleri bir adam seslendirirken orjinal ses de arkaplanda bariz bir şekilde duyulur. Hem bu sebepten hem de o sırada İngilizce’ye daha fazla kulak aşinalığı oluşturmak için sürekli BBC’yi açık tutuyorduk. Türkiye’den bir haber çıktığında da dikkat kesiliyorduk. 2007 Ocak ayında bir cuma günüydü, dönem sonu gelmiş artık dönmeye hazırlanıyorduk, Türkiye’den bir son dakika haberi geldi. Hemen TV karşısına toplandık. Hrant Dink, gazetesinin önünde kurşunlanarak öldürüldü...

Türkiye’yi geri götüren zaman makinası çalışmıştı. Yıllar sonra öğrendim ki o gün, aslında cuma değil kırmızı bir pazartesiymiş.

Not: Kırmızı Pazartesi kitabının arka kapağından; Kolombiyalı büyük yazar Gabriel García Márquez’in 1981’de yayımlanan yedinci romanı Kırmızı Pazartesi, işleneceğini herkesin bildiği, engel olmak için kimsenin bir şey yapmadığı bir namus cinayetinin öyküsü.







Bölüm 9 - Bisiklet

İlk defa, üniversitede okurken öğrenci yurdunda sürmeye başladım. Güvenlik görevlisinin izniyle bisikletini alıp kampüs içinde sürüyordum. Daha önce bisikletimiz olmuştu ama hızla gecekondudan binalara evrilen şehirde ben sürememiştim. Abim Saraçhane Bisikletçiler Çarşısı’ndan aldığı BMX’ini, daha ilk seferinde sürerek Zeytinburnu’na kadar getirmişti. Arada ki 7 kilometrelik mesafe bana çok uzun gelmişti. Hala daha o sokaklar gözümü korkutur ama çok sonra 2013 yılında, kendi bisikletimle boğaz köprüsünden geçtim.

Öğrenci yurdu dışındaki ilk bisiklet deneyimim yurt dışında oldu. İspanya’da ev sahibi, garajındaki bisikletleri kullanmamıza izin veriyordu. Fosil yakıt tüketimini azaltmayı özendirmek için bisiklet festivali bile düzenledik. Görevim basitti. Kasaba meydanında toplanılacak ve kasabanın sınırında kalan etkinlik alanına toplu halde gidilecekti. Ben bisikletli grubun arkasından gelerek kimsenin geride kalmadığından emin olacaktım. En önde de gösteri yapması için tuttuğumuz palyaço, tek tekerli bisikletiyle grubu yönlendirecekti. Tek tekerle pek de hız yapılamadığını o sırada öğrendik. O da en arkada benimle grubu takip etti.

Japonya’ya gittiğimde her gün bisiklet kiraladım. Artık bisiklet kiralanan yerdeki görevli yeni öğrendiği Türkçe kelimelerle beni karşılıyordu. Bisikletleri benim için biraz ufak kalıyordu. Bisiklet yolları yok denecek kadar azdı ama kaldırımlar çok genişti. Kaldırımlarda başka bisikletliler de gördüğüm için ben de kaldırımda sürüyordum. Tokyo’nun karmaşıklığıyla meşhur metrolarından uzak, muhteşem bir özgürlük veriyordu.

Şimdi bisikletin ülkesindeyim. Halk direne direne bisiklete öncelik kazandırmış. Araba zaten petrol demek. Zararlı ve sınırlı kaynağı sürekli tüketmek demek. 130 yıl önce Nikola Tesla çok güzel eleştirmiş bu durumu “Eğer güç elde etmek için yakıt kullanırsak sermayemizden yeriz ve onu hızla tüketiriz. Bu yöntem barbarcadır ve müsrifliktir. Yeni nesillerin çıkarı için bu yöntemi durdurmamız gerekir.” Şimdi batıdaki diğer ülkeler de araba yollarından kırpıp bisiklet yoluna çeviriyorlar. Başbakan burada bisikletiyle, korumasız seyahat ediyor. Şirketler çalışanlarına araba değil bisiklet kiralıyorlar, araç otoparkının bir kısmını bisiklete ayırıyorlar.

Şimdi bir bisiklete atlayıp, milyonlarca yıl önce yaşamış canlıların yağını yakmaktansa kendi yağınızı enerjiye çevirmeye ne dersiniz. Cevabınız evet ise hadi pedal başına.








21 Ağustos 2021 Cumartesi

Bölüm 7 - Döviz

İlk yurtdışı yolculuğumda Macaristan’a gittim. Macaristan henüz avro kullanmaya başlamamış. Gerçi 2003 yılında başlattıkları avroya geçiş planı hala gerçekleşmiş değil. Zeytinburnu’nda bir döviz bürosundan aldığım dolarlar sayesinde kendimi güvende hissediyorum. Daha ilk alışveriş denememizde, bakkalda reddediliyoruz. Adam duvardaki saati işaret ediyor. Bu saatte dolar kabul edemem der gibi bir varsayımda bulunuyoruz. Aç karnımıza öğrenci yurdunda beklerken diğer Erasmus öğrencileriyle karşılaşıyoruz ve bize döner ısmarlıyorlar. Dönerin oradaki adı Yunanca “dönmek” kelimesi olan “gyros” ve ayran kıvamında yoğurt sosuyla servis ediyorlar. Şıpır şıpır ayran damlayan dönerimizi bitirdikten sonra iyi bir uykuyla beraber para birimleri konusunda ilk tecrübemizi sindiriyoruz.

Ertesi gün döviz bürosu bulamıyoruz. Bir tane turizm acentasından Forint alıyoruz. Döviz büroları bizdeki gibi yaygın değil. Kendi paran değer kaybetmiyorsa döviz alayım derdine düşmüyorsun. Bir ülkenin parasının ne kadar hızlı değer değiştirdiğini mağaza vitrinlerinden yada restaurant menülerinden anlayabilirsiniz. Geçici yöntemlerle yazılan fiyatlar hızlı değişimin göstergesidir.

1999’da pesetadan avroya geçme planını gerçekleştirmiş İspanya. Devlet, Avrupa Birliği’nden gelen uyum sağlama teşvikleriyle güçlenmiş, patronlar gelen yabancı yatırımla daha mutlu olmuş ama halk değersizleşen birikimleriyle daha da fakirleşmiş. Sonrası zaten tamamlanmasına rağmen satılamayan uydu kentler ve mortgage krizi. Belki de Macarlar beklemekte haklı.

Japonya’ya varıyorum, bu sefer yanımda biraz Japon yeni var. Otele giriş sırasında tüm ücreti istiyorlar. Normalde ayrılırken ödenir ama en ucuzundan kapsül otel bu. Tamam diyorum yanımda yeterince yen yok, kredi kartından vereyim ama yine bir sorun var. Adam duvardaki saati işaret ediyor. Ben bu anı daha önce yaşamıştım. Şaşkınlığımı farkedince bu sefer asansörü gösteriyor. Asansörün önünde, bozuk olduğuna dair bir tabela var. Asansöre ihtiyacım yok diyorum, zaten bir tek sırt çantam var. Üsteliyor, tabelayı okumamı istiyor. Geçici elektrik kesintisi olduğundan asansör çalışmamaktadır yazıyor. Elektrik olmadığı için POS cihazı da çalışmıyormuş. Saati göstermesi de geçici olduğunu anlatmak içinmiş. Aslında İngilizce konuşuyorduk ama bunları neden doğrudan söylemedi hala anlamış değilim. Bir de 2013’de Tokyo’nun göbeğinde elektrik kesintisi nedir ya. Sonra, haritadan döviz bürosu yeri işaretlemelerine rağmen, bir köprü altında çakmak dolumu yapacak kadar büyüklükte bir dükkanı zar zor buldum. Döndüğümde elektrikler gelmişti. Akılsız başın derdini bir kere daha ayaklar çekmişti.



Hollanda halkının ise parayla ilişkisi meşhurdur. Aslında bizim “Alman Usulü” olarak bildiğimiz; aynı masadaki insanların ayrı ayrı kendi hesabını ödediği sistem. Dünyada “Dutch Treat” olarak geçer yani Hollandalı usulüdür. Masaya gelen hesap, kuruşu kuruşuna bölünür hatta işletmelerde ayrı hesap çıkartmak da yaygındır. Bir şekilde toplu ödeme olduysa, daha sonra hesaplaşmak için “Tikkie” adında bir uygulamaları vardır. Bizde ki uygulamalar para göndermeye odaklanırken onlarda para istemeye odaklanılır. Diyelim ki bir eve doğum günü kutlamasına gittiniz, daha sonra size ödeme talebi gelmesi muhtemeldir. Ev sahibi kutlamadaki tüketiminize göre masraf oluşturabilir.

Para konusunda bu kadar detaya dikkat etmelerine rağmen döviz konusunda acemilerdir. Hollandalı bir arkadaşın Ürdün’e gitmeden önce internetten dinar aldığını biliyorum. Para tabi ki postalanmayacağı için yine döviz bürosuna gidip elden teslim aldı. Bir de buradan yaptığım uçuşlarda iner inmez yerel para birimini satın aldıklarını çok gördüm.

Asla bir havalimanında döviz bozdurmayın. Eğer zorda kalırsanız o gün yetecek kadar cüzi bir miktar alın. Havalimanı kurları her zaman kötüdür. Döviz çevirmek için ATM kullanırsanız da dikkatli olun. Makina, banka kurunu mu yoksa makinanın kendi kurunu mu kullanmak istersiniz diye sorar. Banka kuru da kötüdür ama makinadan iyidir. Tutarı kendiniz belirleyin. Ekranda çıkan önceden tanımlı tutarlar aldatıcı olabilir. En son Prag seyahatimde ATM’de çekilebilecek seçenekler arasında 14000 Çek korunası vardı. Bu orada asgari ücret olan 4500 liraya eşit. Daha fazla tutar çekmek, ATM’ye daha çok kazandıracağı için sizin kurdan dolayı zarar etmeniz veya yüklü para taşıyarak tehlikeye girmeniz kimsenin umrunda değil.




14 Ağustos 2021 Cumartesi

Bölüm 6 - Irkçılık - 2

Nerede kalmıştık; yeni dünya keşfedilmiş, yerlileri katledilmiş ve yeni iş gücüne gerek duyulmuştu.

İnsan ticaretinde dünya markası olan Hollanda sahne alır. İlk olarak limanı koruyacak bir şehir kurarlar ve adını kendi krallarının yaşadığı şehir olan Amsterdam’dan alarak “New Amsterdam” koyarlar. Daha sonra taş üstünde taş bırakmayan İngilizler, York şehrinin yenisi anlamında değiştirirler adını ve “New York” yaparlar. New Amsterdam’dan geriye surlarının olduğu yere denk gelen finans merkezi Wall Street (duvar sokak) caddesi kalır.

Hollandalı Doğu Hindistan Şirketi, yeni dünyanın ihtiyacını karşılamak için Afrika’yı öyle bir sömürür ki. Dillerini anlamadıkları yerlilere dil öğretirler ve şu an Güney Afrika’da yaygın olarak kullanılan Afrikaans dili ortaya çıkar. Bu dil Hollanda’da konuşulan Flemenkçe’nin kardeş dili olarak gösterilir. Sonra köle toplama işini yerlilere devrederler. Hem toplamakta yardımcı olsun diye hem de hediye olarak verdikleri silahlar, hala süren iç savaşlara yol açar. Bir de umut olsun diye dinlerini de öğretirler. Balık istifi gidilen okyanus aşırı yolculuklarda bir çoğu telef olan bu insanların seçilme sebebi, ciltlerinde ki pigment sayısının fazlalığıdır. Bende olarak çalıştıkları çiftlikten çıkamazlar. Çıkarlarsa asla gizleyemeyecekleri siyah tenleri onları ele verir.

Dünya’nın diğer tarafında da baharatları için Endonezya'yı işgal eden Hollanda, şimdi kiralık ev ilanlarında utanmadan, doğu yemeklerinin çok koktuğundan şikayet ederek “baharatlı yemek yapanları istemiyoruz” yazabiliyor.

Bir şekilde ev buluyoruz ama şimdi işe gitmek için kullandığım demiryolu firması, toplama kamplarına taşıdığı Yahudiler ve Romanlar için özür yayınlıyor. Ben o trendeyim. Siyah saçlarım trende yanına oturulacak son kişi olmamın nişanesi. Tren yaşadığım şehir olan Amersfoort’da duruyor. Evime mi geldim yoksa beni şehirdeki Nazi toplama kampına mı götürecekler. Yönetimde ki hafif bir rüzgar, yabancılara tanıdıkları vergi avantajı süresini 8 yıldan 5 yıla indiriyorsa, vatandaşlık almak için gereken dil seviyesini yükseltiyorsa öyle değiştirebilir her şeyi. Tabi ki benim yersiz kuşkularım var. Evime doğru yürüyorum. Yerde, kaldırım taşlarında yazılar; bu evden çıkarılmadan önce şu kişi yaşıyordu ve bir daha dönmedi. Anımsa.

Saraybosna’dan Mostar’a gidiyoruz. Hem din hem de ırk savaşında arada kalmış bir köprü. Etrafta mermi ve şarapnel izleri. Taşların üzerinde 1993 yazıyor. Unutma.

Eğer geçmişi unutursan “Hayvan Çiftliği”nden farkı kalmaz yaşadığın yerin ve Martin Luther King der ki “Herhangi bir yerdeki adaletsizlik, her yerde adalete yönelik bir tehdittir.”




7 Ağustos 2021 Cumartesi

Bölüm 5 - Irkçılık


Gödöllő’de ders sonrası, eve geliyorum. Ev arkadaşım ile ev sahibini mutfakta başbaşa ağlarken buluyorum. Ellerinde fotoğraflar. Adam İngilizce bilmiyor, nasıl anlaşıp da ağlayacak noktaya geldiklerini merak ediyorum. Arkadaşım “Ağlamanın dili mi olur?” diyor. Ev sahibimiz “Macarlar ve Türkler kardeştir.” diyor.

Asyadan yola çıkan hunların, Karadeniz’in güneyinden gitmeyi tercih edenlerinin Araplarla girdikleri münasebetten dolayı müslüman olduklarını biliyorum, Karadeniz üzerinden gidenlerin ise hristiyan olduklarını öğreniyorum. Karpatlara yerleşen ayrık hun toplulukları Roma’dan alınan destekle birleşiyorlar ve adları yabancı dilde “Hungary” yani hun ülkesi oluyor. Onlara kendilerinden başka macar ülkesi diyen sayılı ülkeden biriyiz. Macaristan’ın Macarcada adı “Magyarország” ve bize “Törökország” diyorlar.

 1526 yılında Mohaç’da yollarımız tekrar kesişiyor. Osmanlı hakimiyetine giriyorlar, Avusturya’ya karışana kadar bu sürüyor. Osmanlı dil veya din baskısı yapmadığı için güzel anıyorlar. Hatta havaalanında Macaristan turizmi için asılan bir reklam afişinde “Osmanlı geldi. 150 yıl kaldı.” diye övünüyorlar. Sonrasında pek muhabbetimiz olmuyor. Şimdi Avrupa’nın en azılı ırkçıları. Sınırdan geçmeye çalışan bir mülteciye çelme takacak kadar gözleri dönmüş.

İspanya’da kaldığım kasabanın bağlı bulunduğu Ávila şehrinde o zamana kadar oturum izni alan ikinci Türküm. Kayıt sırasında, kimlikte soyadını mı önce yazıyorsunuz yoksa adı mı tartışması yaşıyoruz. Onlarda, çocuk hem annenin hem de babanın soyadını alıyor, uzun uzun isimler ortaya çıkıyor. Bu uygulamanın sebebi; birinin melez mi yoksa saf mı olduğunu daha rahat anlamak.

1500 senesine geri dönelim, Osmanlı Avrupa’nın baharat yollarını kapatmış. Kristof Kolomb da baharatlara ulaşmanın yeni yollarını ararken Amerika kıtasına varmış. Yeni dünya yerlilerinin altın küpeleri ilgisini çekiyor ve onları alabilmek için kulak koparmanın da olduğu türlü işkenceler yapıyor. İspanya’ya döndüğünde yaptıklarından ötürü zindana atılıyor. 6 haftalık mahkumiyetin ardından İspanya kraliçesi İsabella ve kral Ferdinand’ın huzuruna çıkarılıyor. Kraliçe “Kristof, senin yeni seyahatini destekleyeceğiz ama şu kulak koparmayı bırakmalısın. Barbar mıyız canım biz.” diyor. “Bir de getirdiğin altının haddi hesabı yoktu. Aynen böyle devam.” diye ekliyor kral. Kolomb tekrar Amerika’ya doğru dördüncü seferini yapıyor. Bu sefer kulak koparmak ne kelime, kelle alıyor adam kelle. Koca kıtada yerli bırakmıyor. İş gücü için dışarıdan insan getirmek gerekiyor.

Artık ne kadar ah almışlarsa o altınlarla, 500 yıl sonra sokaklarda “Compro Oro” (Altın Alınır) pankartlı insanlar görüyorum. Merak ediyorum neden sadece alınır yazıyor, neden satılır yazan yok? Çünkü krizde insanlar, ellerinde ki son değerli şey olan altınlarını satıyorlar.

Bu insanlık tarihi kadar uzun hikaye haftaya devam edecek. Minik bir bilgi ile bu bölümü bitirelim. İspanya’nın okyanus ötesi seferlerde öncü olmasının sebebi portakal bahçeleridir. Denizciler yanlarına ne kadar erzak (kurutulmuş et ve bakliyat) alırlarsa alsınlar, yolda ne kadar balık tutarlarsa tutsunlar narin insan bedeni okyanus ötesi seyahate hep yenik düşer. Ta ki portakalda bulunan C vitamini keşfedilene kadar. Hatta hayati amin anlamında vita-amin derler. Yıllar sonra amin bileşiği barındırmadığı anlaşılır ama adı öyle kalır.

 

31 Temmuz 2021 Cumartesi

Bölüm 4 - Yılbaşı gelenekleri

İspanya’da yılın son gecesi, saat gongunun her vuruşunda bir üzüm yenir. Halkın ellerindeki bardaklarda bir düzine üzüm ile meydanlarda hazır bulunduğu o anlarda, ben bir İspanyol ailenin evinde Türkiye’nin kaç başkenti olduğunu tartışıyordum. Bu siyasi bir gönderme değildi. Misafir olduğum ailenin babası aynı zamanda kasabanın eczacısı, küçükken Türkiye’nin iki başkentini bilemediği için öğretmeninden yediği tokadı anımsamıştı. Tartışma en sonunda eski ansiklopedileri karıştırmaya kadar gitti. Gururla savını destekleyen bir yazı ile geldi. “Türkiye, Trakya’nın başkenti İstanbul ve Anadolu’nun başkenti Ankara’da bulunan iki devlet tarafından yönetilir.” yazıyordu. O tokat asıl bu kitabın yazarına aşk edilmeliymiş.


Neyse gece yarısı yaklaşıyordu! Herkesin önünde üzümleri hazırlanmıştı. Evin kızı isteyenler için kabuklarını bile soymuştu çünkü bu zamanla bir yarıştı. Meydanlardan canlı yayın yapan TV kanalları ekranda “iftar vakti” gibi üzüm sayılarını gösteren grafikler yerleştirdiler. Gece yarısı olduğunda bir ülkeyle aynı anda ilk üzümü yedim. Daha ekrandaki üzüm resimlerinin yarısı silinmişken evin babası hepsini bitirmişti. Ben acemilik ve kibarlıktan 12. gong sesinden sonra hala ağzımda olan üzümleri aynı anda yutmuştum. Alkışlar eşliğinde yarış sonlandı ve yeni yıla girdik.

20. yüzyılın başında üzüm tüketimini arttırmak için yapılan bu reklam kampanyası gelenek haline dönüşmüş. Coca-Cola’nın Noel baba çalışması bu üzüm kampanyası kadar başarılı olamamıştır İspanya’da. Hristiyan olmalarına rağmen orada Noel baba yoktur, onun yerine Hz. İsa’nın doğumundan sonra 4 Ocak’ta hediyeler getiren üç müneccim kral vardır; Baltazar, Melkior ve Gaspar. Bu krallar kasabaya gelmeden aylar önce doğudan bir haberci gönderirler. Peki bu sene haberci kim olacaktı? Tabi ki kasabadaki en doğulu olan ben. Oraya taşınalı henüz bir kaç ay olmuştu, hiç İspanyolca konuşamıyordum ama doğudan gelen habercinin İspanyolca bilmemesinden daha normal ne olabilirdi. Belediyenin konferans salonuna toplanan çocuklara; cübbe, peruk ve takma sakalımla bilmedikleri bir dilde kralların yolda olduğunu söyledim. Türkçe bilmeyen tercümanım bire bin katarak tercüme etti. Çok eğlenceliydi.

Hollanda’da ise İspanya’dan deniz yoluyla gelen Sinterklaas ve “yardımcısı” Zwarte (Siyah) Piet, her sene farklı bir şehri ziyaret eder. 2019 senesi için yaşadığım şehir olan Amersfoort seçilmiş ama ben uyuyakalmışım, uyandığımda çoktan İspanya’ya dönmüşlerdi. Sinterklaas aslında 3. yüzyılda Antalya Demre’de yaşamış bir piskopos olan Aziz Nikolas’dan esinlenilerek oluşturulmuş bir karakter. Siyah Piet karakteri de ilk olarak 19. yüzyılda bir çocuk kitabında ortaya çıkmış. Siyahi olmasının sebebi ise Mağripli müslüman bir köle olmasıymış. Şimdilerde anlatılan hikayeler, beyaz tenli sevimli yardımcının hediye bırakmak için girdiği bacalarda yüzünün kapkara olduğu yönünde. Hala kutlamalarda insanlar yüzlerini siyaha boyayarak eğleniyor. Bunun da hiç ırkçı olduğunu düşünmüyorlar.

Irkçılıkla ilgili söyleyeceğim çok olduğu için bu konuyu sıradaki bölüme bırakıyorum.