16 Mart 2009 Pazartesi

4 Gün 3 Şehir - Devamı

Saraybosna’ya gece yarısını biraz geçerken varmıştık. Ankara gibi keskin bir soğuk vardı. İlk kez kar görüyorduk. Hala var olan savaşın izleri şehri daha çok soğutuyordu. Güneşin ışıkları belki bu soğuğu kıracaktı ama gece karanlığa çoktan teslim olmuştu. Savaş yaralarını, saramamış bir ülkeye gelmek için en kötü saati seçmiştik. Sokaklar boş. Kalacak yerimiz yok. Şaşkınlığımızı fark eden bir taksi şoförü hemen yanaştı. Havanın ısısı gibi sıfırın altında olan ingilizcesi ile tek kelime edemedi ama bizi takip etmemiz için ikna etti. Bizi tren istasyonuna getirmişti.

İstasyonda turist ofisi vardı ve açıktı. Kötü tarafı ise ingilizce bilen yoktu. Telefondan ingilizce bilen birisine ulaşıldı. Konuştuğumuz kişi bir hostel sahibiydi ve tam olarak hatırlamadığım bir ücretten anlaştık. Bize hemen bir servis gönderdi. O sırada servisi beklerken Türk olduğumuzu anlayan genç bir çift geldi yanımıza. Çocuk Avusturyalı’ydı, kız ise Türk. Birlikte geziyorlarmış, Saraybosna’yı çok sevmişler 2. kez gelmişler. Yine diyorum her yerde bir Türk.

Servis ile şehrin merkezindeki hostele ulaştık. Şehrin merkezinde bugün Bursa’ya da bir kopyası yapılan çeşme var. Maceranın en güzel yerine geliyoruz. Saraybosna hosteli… Hostel diye boşuna demiyorum. Filmin gösterime girdiği zamanlar. İki bina arasında tek sıra halinde geçebildiğimiz dar bir yerden binaların arasında küçük bir boşluğa çıktık. Bu boşluk karla kaplanmıştı ve ortasında bir masa vardı. Masanın üzerinde yine karlar vardı ve karların üzerinde ölümü öncesinde mi yoksa ölümünden sonra mı donduğu anlaşılmayan bir kedi cesedi vardı.

Hostel sahibi “İşte burası!” dediğinde herkes donup kalmıştı. Kapımızda “11'den sonra gürültü yapmayın POLİS çağırırız!” yazıyordu. Ne gürültüsü olabilirdi bu? Anahtar teslimi aldık ve içeri girdik. İçeride kullanım dışı bir mutfak, kapağı olmayan (buna oturmak için kulladığımız halka da dahil) bir klozet ve camları tam örtmeyen perdeler hatta kırık kornişler bulunuyordu. Bir tanesini perdeyi kapatmaya çalışırken kendim çıkardım ve ağlanacak halimize gülerek taktık perdeyi. Gerçekten çok eğlenmiştik. (Ne kadar eğlendiğimizi videodan da görebilirsiniz.) 6 ranza yani 12 yatağımız vardı. Aramızdan biri oley 12 yatak var demişti. Ben de 6 kişiyiz ne fark eder ki, gece kalkıp diğerine mi geçeceğiz demiştim. Gerçekten çok eğleniyorduk. İnanılmaz bir güven vardı. Yerleştikten sonra gecenin bir vakti olmaz böyle dedik ve dışarı çıktık. Boşnak böreği çok ünlüymüş. O saatte börekçi arıyoruz. Aslında bulduk ama ne böreği olduğunu bilmiyoruz. Geldik odamızda yedik ve günü noktaladık.

Sabah ayrı bir maceraya yelken açmazsak olmazdı. 3. şehir vardı sırada. Evet 3. şehir “Bosna Hersek’e gittin de Mostar’a gitmedin mi?” sorularına cevap olacak yerdi. Mostar, terminalden bindiğimiz bir otobüsle ayaklarımızın altına gelmişti. Bir kaç defa köprüden geçtik, harabelerin (savaşın yaraları) arasında fotoğraflar çektirdik. Mostar’ın çoğunluğu çok güzel restore edilmişti ve turistik bir yer olmuştu. Türkçe konuştuğumuzu duyan biri “Babam da türkçe biliyor.” dedi ve babasını aradı. Telefonda onunla konuştuk. Oğluna gidilmesi gereken yeri söyledi ve oğlu bizi oraya bıraktı. Köprüyü çok güzel gören bir yerdi. Fotoğraflarımızı çektik, köprünün altında üstünde gezdik, bir kaç parça bir şey aldık ve otobüsle geri döndük. Maceramızın sona geldiğini düşünmeyin. Asıl olaylar bundan sonra başlıyor :)

Otobüs, Saraybosna terminaline bıraktığında bizi hava yine kararmıştı. Saraybosnayı gündüz gözüyle görememiştik. Saraybosna hep geceymiş gibi ya da gece Saraybosna. Saraybosna’da hostelden çıkışımızı yapmıştık ama çantalarımız hala oradaydı. Onları almak için geri döndük. Hostel sahibi Türkiye’den, Beşiktaş’tan ve savaştan bahsetti, Bosna-Hersek’in federe yapısından, paranın üzerindeki iki lisandan bahsetti. Hala sorunlar vardı, keşke olmasalardı. Geri dönme vaktini yakalamıştı akrep. Tatmayanlar için bir kısa not: Avrupa’da biletle binersiniz trene, tramvaya, otobüse sonra ayda bir kontrol olur. Kontrol sırasında biletiniz yoksa cezasını ödersiniz. Biz de tecrübeli turistler olarak “Son kez biniyoruz bunda da kontrol olmaz ya!” dedik ve her yolculuğumuzda aldığımız bileti o sefer almadık. (Övünür gibi yazdığıma bakmayın, aslında utanıyorum ama sonuçta anı işte.) Tramvay vagonu içerisinde dağınık şekilde yerleşmişiz. Önlerde hareketlenme oldu. Kontrol ekibi geliyordu. Biz hiç istifimizi bozmadık. Üç kişi birlikte oturuyoruz.

Kontrol memuru geldi ve yaka kartını gösterdi. Biz başımızla onayladık ve hareketlerimiz önceden kararlaştırılmış gibi elini montunun cebine atan arkadaşımıza çevirdik kafalarımızı. Sanki bütün biletler ondaymış gibi bir beklenti oluştu herkeste ama bilet falan yoktu. O da öylesine elini cebine atarken herkesin ilgisini çektiği için boş çıkarmamak istemiş ve pasaportunu çıkarmıştı. Bu sırada diğerlerini de topladılar. Vagonda kontrol memurları tarafından çevrilmiş 6 biletsiz Türk ve bir de pasaport vardı :) Hemen indirdiler bizi. O sırada ingilizce bilen biri çıkageldi. İlk konuşma pasaport üzerinden başladı. Pasaport üzerindeki Türk bayrağını gösteren arkadaş “Biz kardeşiz!” diyordu. Ben “Bırak bizi adamlar kendi vatandaşlarına da aynı cezayı uyguluyor.” dedim.

Ve kapışma başlamıştı. Yok yok kavga değil. 4 memura karşı 5 türk ve arada sadece 1 tercüman var. Herkes konuşuyor. Konuşmayan tek kişi benim. Çünkü ceza makbuzu üzerinde kaç para olduğunu görmüştüm. Yaygaraya gerek yoktu ama bütün erasmus süresince hiç konuşmayan bir arkadaşımız o an ingiliz bülbülü gibi şakımaya başlamıştı. Bizim taraf fena darbeler indiriyordu. Tercüman yetişemez olmuştu. En sonunda anlaşmaya vardık. Her iki kişi tek ceza ödeyecekti. Ödedik ve gülüşerek ayrıldık olay yerinden. Bu sefer tramvaya binmeye cesaretimiz kalmamıştı. Tramvay yolunu tabanvay ile takip ederek paşa paşa gittik terminale. Unutulmaz bir anı olmuştu.

Eğer bunu Erasmus ekibinden biri okursa şunu söylemek istiyorum. Siz içeride kimin kime ne kadar borcu var hesabı yaparken biz Faruk’la dışarıda çikolata ve bisküvileri götürüyorduk. O hesap yapma olayını başlatana ne kadar sinir olduğumu hiç anlatmayayım.

Bizi Zagreb’e götürecek otobüsümüz gelmişti. Ücret karşılığı bagajımızı verdik. Uykuya dalmadan önce en son Bosna’nın dağlarını gördüğümü hatırlıyorum. Sonra Faruk beni uyandırdı. “Tuvalete gidiyoruz, otobüs hareket ederse beklemesini söyle.” dedi. Benden çıkan sesler “Hıhı tamam.” demeye çalışıyordu. Hangi dilde beklemelerini söyleyecektim acaba? Boşnakça mı, hırvatça mı, sırpça mı? İyi yanından bakarsak hiç birini bilmiyordum. Cevap ne olursa olsun ayvayı yemiştik. Ben kendimi toparlamaya çalışırken otobüs hareket etmeye başladı. “Gerçekten hareket mi ediyor?” gibi düşüncelerle boğuştuktan sonra koridorda hızla ilerlemeye başladım. “Wait wait my friend!” diyebilmiştim. Şoför, muavine baktı. Muavinin “salla gitsin” şeklindeki el hareketinden sonra şoför yoluna devam etmişti ve ben şaşkınlıkla baka kalmıştım. Yolculardan biri ingilizce biliyordu ve son anda yardımıma yetişti. Adamlar hiç umursamamıştı beni ve arkadaşlarımın pasaportu montlarıyla birlikte otobüsteydi. Yolcuya durumu anlattım ve o tercüme etti. Otobüs durdu ama bizimkilerin indiği yerden uzaklaşmıştık.

Şimdi zamanı biraz geri saralım. Arkadaş beni uyandırıyor. Benim kendime gelmemi bile beklemeden otobüsten iniyorlar. Küçük hacetlerini giderdikten sonra biri “Benim büyük de vardı, şunu da yapayım.” diyor ve geri dönüyor. O sırada diğeri çıkıyor ve otobüsün yerinde esen yellerin suratına çarpmasına izin vermeden geri dönüyor. Heyecanla tuvaletten çıkıp koşmaya başlıyorlar. Otobüsün ışıklarını seçebiliyorlar karanlıkta ve durduğunu anlıyorlar. En sonunda yetişip biniyorlar. Türkiye’de o kadar otobüs yolculuğunun birinde bile başımıza gelmeyen olay, orada gerçekleşmiş oluyor.

Sabahın ilk saatlerini Zagreb’in görüntüsüyle karşılıyoruz. Önce, Budapeşte’ye gitmek için akşam trenine bilet alıyoruz. Zagreb, artık gezip gördüğümüz bir yer olmuş. Gezilecek ya da yenilecek yerleri biliyoruz. Gün bizim, ayaklar bizim. Yılbaşı kutlamaları başlamış. Meydan kalabalık ve eğlenceli. Evet oradan eldiven almıştım. Neredeler acaba? Bir kaç tur attıktan sonra tekrar Euro’ya çevirdiğimiz paralarımızla biniyoruz trene. Yine aynı kondüktör gelmişti. Pasaport kontrolünü de rahatça geçmiştik. Artık evimize gelmiştik. Budapeşte ana kucağı gibi açmıştı kollarını. Kısa bir tren yolculuğu daha yapıp minik Gödöllö’müze geldik. Yataklarımız bizi özlemişti. Çok güzel uyuduk.

1 yorum:

  1. Gercekci olmam gerekirse Balkanlari guzel yansitamamissin...

    YanıtlaSil