17 Ekim 2010 Pazar

Plansız İtalya Avusturya -Bölüm 6-

Akşam trenle 3 saatte Milano’ya geçtim. Hostel listem hazırdı ama dışarıda yağmur yağıyordu ve yağmur altında adres aramak zor geldi. Onun yerine birkaç saate devasa tren istasyonunda geçirdim. Son otobüsle havaalanına gidip uçağımı orada bekledim. İlk kez havaalanında uyudum hatta dişlerimi fırçaladım. Terminal filmini yâd edelim şu noktada. Basık tavanlı eski Malpensa havaalanında vakit geçirmek çok zor. Şansıma kitapçıda İngilizce kitaplar vardı. Dan Brown’ın Kayıp Sembol kitabını aldım ve okumaya başladım. Daha önceki kitaplarındaki benzerlikler nedeniyle bir daha okumam demiştim ama okurmuşum. Bir de Malpensa’ya eski dedim ama Bergamo ne halde bilmiyorum.

17 Ekim Madrid

Öğlen uçakla Madrid’e geldim ve yine hiçbir kontrol yoktu. Türkiye’den çıkmak için harç puluna kadar varan bir çok şeyle uğraşmış bünyeler için alışılması zor olaylar bunlar. Hatta easyJet’in web checkini sayesinde checkin yapmam da gerekmiyor. Bu nedenle sadece kapıdan geçerken uçuş kartımı göstermem yetiyor. Neyse sonuç olarak geçici de olsa evime gelmiştim. Önce arkadaşlara haber verdim, hazır Madrid’deyken buluşalım diye. Herkes ayrı havada olduğu için bulaşamadık, aynen güzel ve yalnız kasabama doğru yola çıktım. Açlıktan çılgın atan ve görmeyeli kilosunu iki katına çıkarmış kedimin çığlıklarıyla maceram son buldu. Telaşlanmayın bir Fransız bayanla ve onun sevgilisiyle birlikte yaşıyorum sonuçta onlar da kedinin sahibi.

Kedinin adı da "shot" anlamına gelen "chupito"nun efemine hali "chupita", gecelerden ne kadar etkilendiğimizi siz düşünün.

16 Ekim 2010 Cumartesi

Plansız İtalya Avusturya -Bölüm 5-

Haftasonu Venedik üzerinden Milano’ya dönmeyi planlıyordum ve Graz Üniversitesi’nden bir grup (çoğunlukla Erasmus) öğrencinin Venedik’e günübirlik gezi yapacaklarını öğrendim. Ben de o kafileye katılıp otobüsle Venedik’e gittim. Turist rehberinden bahsediliyordu ama rehber otobüste birkaç yer anlattı ve bir harita verdi. Venedik’e vardığımızda bütün grup çil yavrusu gibi dağıldı. Yine tek başıma kalmıştım. Venedik’i ya ben kafamda çok büyütmüştüm ya da pazarlaması çok iyi yapılmış bir şehir. Bazen (tahminen gel gitlerde) sokakları bile sular altında kalan bir şehir. İyi ki turizm sezonunda gitmemişim çünkü bu zamanda bile akıl almaz bir kalabalık vardı. Hint ve Türk turistlerin çoğunlukta olduğunu düşünüyorum ya da algım özellikle onlara yönelmiş olabilir. Ayrıca Hintli bir grup film de çekiyordu. Hint film sektörü için büyük bütçeli bir yapım olmalı. Bilmeyenler için; Hint film sektörü yani Bollywood, küçük bütçeli örnek olarak tek bir kahvehanede gösterilen filmler gibi yapımlarla toplamda Hollywood bütçesini geçmektedir. Bu da bana PHP web sayfaları ile .NET sayfaların arasındaki ilişkiyi anımsatır. Konudan da böyle sapılır.

Şimdiye kadar milyonlarca kez gördüğünüz Venedik fotoğraflarından başka diyecek bir sözüm yok. Kanallar, helikopter kiralamaktan pahalı gondollar, yapışkan seyyar satıcılarıyla sulak şehir. Yankesicilere de dikkat etmek lazım. Kilise girişinde çantamı emanete bırakmamı söylediler. Emanet şaşırtıcı şekilde ücretsiz olmasına rağmen pek güvenim olmadığı için hızla gezip çantamı geri aldım. Her şeyin ücretli ve pahalı olduğu bir şehir notunu ekleyelim çünkü mesela bir kiliseye girdiniz, kilise içindeki ayrı bölümler için de ayrı ücretler isteyebiliyorlar. Son olarak, tur şirketinin tavsiye ettiği Gülen Kedi restoranının da antik zamanlardan beri kapalı gibi duran hali gözümün önünden gitmiyor. Tur şirketini müşteri memnuniyetsizliği adına yaptığı son hamleydi.

Gülen Kedi demişken "le chat qui rit" gibi bir yazımı vardı. İspanyolca ile Fransızca arasında ki benzerlik sayesinde bunu anlayabiliyordum. Hatta lavaş kiri diye bildiğimiz "la vache qui rit"in de gülen inek olduğunu bilirsiniz.

Artık eve gitme vakti gelmişti, önce tren biletimi aldım sonra tren saati gelene kadar istasyonun merdivenlerinde oturup kalabalığı seyrettim. O an güzeldi işte. İstasyon merdivenlerinde oturuyorsunuz, önünüzden büyük kanal akıyor, üzerinde Ferrovia adlı toplu taşıma vaporettoları geçiyor. Toplu taşıma şehrin turistlerinden ayrı yerli halkı da olduğunu hatırlatıyor. Şehirde araba kullanılacak sokak yok. Araba ve otobüsler için bol ücretli otopark adaları yapılmış. O adalardan merkeze geçmek de ayrı ücret.

Hani yanımda sevgilim olsa daha güzel gelir miydi şehir diye düşünüyorum ama hiç öyle romantizm yaşanacak bir yer değil. Kalabalıktan anca dar sokaklara kaçıp kurtuluyorsunuz, oralarda da dar sokaklar bunaltıyor. Fare labirentinde kıstırılmış gibi bir oraya bir buraya akıyor insanlar. Sadece ensesi kalınlar gondollarda sevgilileriyle birlikte. Bir de gondollar, küreklerden ziyade dar kanalların duvarlarından güç alan gondol kaptanlarının bacakları sayesinde yön buluyor.

14 Ekim 2010 Perşembe

Plansız İtalya Avusturya -Bölüm 4-

Sözde sabah ilk trenle gidip, günü birlik bir gezi yapacaktım. Akşamdan kalma kafayla kalkmak ve gitmek ayrı bir meziyetti ama 2 dakikayla treni kaçırdım. Sonra ki trenle Viyana’ya gittim. Aklınızda bulunsun diye söylüyorum; Önceki gün aldığım 26 yaş altı indirim kartı ile tren yolculuğunu biraz daha ucuza getirdim. Aklınızda bulunması gereken diğer bir konuda tren istasyonlarında bekleyen fosforlu yeşilli yelekler giymiş ağabeyler. Nedense turist büroları kapalıydı ve bu ağabeyler bön bön etrafa bakan kişileri seçip yanlarına gidip "Turist bilgi noktası benim. Nasıl yardımcı olabilirim?" diyorlar. Şaşırmayın, gerçek anlamda turist danışmanları onlar. "Gezmeye geldim ama Viyana’yı kuşattığımızdan ötesini bilmiyorum. Çok değişmiş diyorlar. Gerçeklik payı var mıdır?" diye sordum. İlla o şaşırtacak değil ya. Önce bir harita çıkardı, şehrin tarihi merkezini ve nasıl gideceğimi anlattı, harita üzerine de çizdi, karaladı falan. Sonra istemesem de bilet almama yardımcı oldu. Bozukluğum yoktu, para bozdu geldi. En sonunda çok kral adammışsın diyerek ayrıldım yanından.

Öncelikle metro ve bilumum vesaitte boğuldum. Sonra gün yüzüne çıktığımda heykellerin Rusça yazılarla ve Türk korkusuyla dolduğunu gördüm. Gerek heykellerde gerekse resimlerde Türk orduları saçı ve bıyığından başka kılı olmayan, soluk benizli, iri yarı, avret mahalleri kürklerle örtülmüş şekilde tasvir edilir. Avrupa’da gördüğüm örnekler bu şekildedir. Bunların da her zaman öncü birliklerimiz olan Deliler olduğunu düşünürüm. Deliler derken hastalıktan ziyade gözü korkusuz, her türlü savaşa önde giren bir taburdan bahsediyorum. Bu heykel ve resimleri yapanlar veya onlara anlatan ozanlar Deliler’den ötesini görememiş olmalılar. Bu paragrafı yazmamın asıl sebebi bir kilise kapısında papaz heykelinin ayakları altında yatan yarı çıplak adamın üç hilalli kalkan taşıyor olmasıdır. Bu korkularının göstergesidir. Denizde hiçbir zaman güçlü olmamamıza rağmen (örn. İnebahtı Sakal Traşı) İtalyanlara "Mama il Turchi" dedirtmiş bir milletiz. Korkutmaktansa sevilmeyi isteyen bir milletiz bunu da böyle bilsinler.

Bütün günü sokaklarda gezerek ve fotoğraf çekerek geçirdim. Etrafımda konuşulan Türkçe nedeniyle kendimi başka bir ülkede gibi hissedemiyordum. Güneş görünürden kaybolmaya başladığında hava da sıcaklığını yitirmeye başlamıştı. Geldiğim yoldan Graz’a döndüm ve iki geceyi daha Graz’da geçirdim.

10 Ekim 2010 Pazar

Plansız İtalya Avusturya -Bölüm 3-

Gece 1 suları Venedik’ten geçiyoruz umuduyla kalkıp baktım ama karanlıktan başka bir şey göremedim. Sabah Bruck an der Mur’a varmıştık. Burada inip başka trene binmem gerekiyordu. Graz kafilesi olarak trenden indik ve herkes mal mal etrafa bakıyordu. Nereye gitmek istediğini adamın gözünden anlayan bilet kontrolcüsü bi Japon çocuğu göstererek "Graz, Graz!" diye bağırdı ve bütün kafile çocuğun peşine takıldı. Graz’da üniversite okuyan gençlerden olmalıydı ama İngilizce bilmiyordu. Almanca bildiğinden de şüpheliyim. Bir süre çocuğu takip ettik sonra Allah’ın verdiği Japon çevikliğiyle ani bi depar attı. Önce kafileye sonra çocuğa baktım. Kafilede hareketlenen yoktu, bende bari çocukla aramızdaki bağı koparmayayım diyerek koşmaya başladım. Graz treninin zamanını öğrenmek için monitörlere bakmaya koşuyormuş. Kafilede bir telaşla yetişti bize ama trene daha çok süre vardı. Bekleme ve tren yolculuğunun ardından sabah saatlerinde Graz’a varmıştım. Elimdeki adres ve zihnimdeki harita görüntüsü ile arkadaşımın kaldığı öğrenci yurdunu buldum ve şansıma bir başka arkadaşım da orada kalmaktaydı. İkisi de Graz Teknik Üniversitesi’nde yüksek lisans yapmaktaydılar ama şu an sadece Almanca hazırlık görüyorlar.

Yaklaşık bir haftamı onların yanında geçirdim ve bol bol Graz’ı gezdik. Küçük Almanya olan Avusturya’da sadece Türkçe ile yaşamanız mümkün. Arkadaşlarını başka bir ülkede görmek güzel bir duygu. Graz soğuk olmasına rağmen hoşuma gitti ve daha önce gittiğim yerlere göre daha pahalı bir şehir. Arkadaşların bisikletini sürme fırsatım da oldu. Düz ve bisiklet yolları olan bir şehir olduğu için bisiklet sürmek çok eğlenceli. Tabi orada pek eğlence amaçlı kullanılmıyor. Graz’a dair aklında kalan en önemli olay nedir diye sorarsanız Efes’tir derim. İspanya’da görmediğim Efes, orada pahalı da olsa bulunabiliyordu ve diğer biralardan çok farklı bir tadı olduğunu hatırlattı.

9 Ekim 2010 Cumartesi

Plansız İtalya Avusturya -Bölüm 2-

Saat 15, İtalya Milano Malpensa havaalanı, İspanya’nın sıcak ve güneşli havasından sonra buranın kapalı gökyüzü bunaltıcı geldi. Avrupa içinde olan bir ülkeden geldiğimiz için vize kontrolü yoktu ama marka kontrolü vardı. İnsanoğlunun değişimine tanık olmak çok özel bir duyguydu. Kafalarımızda oluşturduğumuz gerçekte var olmayan ülke sınırlarını kaldırsak bile başka sınırlar koyabiliyoruz. Bu sefer de korsan ürün sınırlamasındaydık. Üzerinizdeki eşyaları süzen iki silahlı erkek polis tarafından üzerinizde kopya marka olup olmadığına bakılıyor. Eğer şüphe daha fazlaysa bavulunuzu açmanızı bile istiyorlar. Pahalı markaların sertifikalarını görmek istiyorlar. Bir bayanın çantasından sertifika çıkarttığını da gördüm. Siyah renkli insanlara ayrı bir ilgi gösteriyorlar. Ben geçerken gözlerinin kenarıyla bile bakmadılar.

Terminaldeki tabelalardan da görebileceğiniz gibi merkez tren istasyonuna (Milano Centrale) gitmek için iki seçeneğiniz var; otobüs ve tren. Trende aktarma yapmak gerektiğini düşündüğüm için otobüsü tercih ettim. 1 saatlik yolculuğun ardından merkezdeydim. Devasa tren istasyonuna bakmaktan kendimi alamıyordum ama kalacak bir yer bulmalıydım. Aslında bu kadar plansız yola çıkmazdım ama birine güvenmiştim. Yine de bu Avrupa Gönüllü Hizmeti sağ olsun, Milano yakınında bir kasabada kalan bir arkadaşım daha vardı. Telefon kartlarını tekeline almış bir amcanın yardımıyla arkadaşımı aradım. Amca kartta ne kadar kontör olduğuna bakıyor, sonra ne kadar kaldığına bakıyor ve harcanan tutarı istiyordu. İspanyolca ve İtalyanca arasındaki benzerlik de çok işime yaradı. Hem anlamak ve hem de anlatabilmek çok kolay oldu. İtalya hakkında ilk izlenimim köşe başı dilim pizzacılarıyla, takım elbiseyle Vespa kullanan insanlarıyla ve kırmızı ışıklarda motosiklet yığını haline gelen motosiklet sevdalarıyla çok hoşuma gitti.

Gece Arona, göl kenarında minik bir tatil kasabası ama minik dediğime bakmayın benim kaldığım kasabaya göre büyük bir yer. Bütün yorgunluğuma rağmen Irish Pub’da canlı müzik varmış hadi gidelim dediler ve bu kadar yolu uyumak için gelmedim diyerek devam ettim. Arkadaşım, 4 AGH gönüllüsü ile birlikte aynı evde kalmaktaydı ve benim için de fazladan yerleri vardı. İlk gece tanışma, sohbet ile geçti ve geceyi nasıl oldu bilmiyorum barda çalışan elemanın evinde noktaladık. Tek hatırladığım zift karası bir kedisi ve çok soğuk bir evi olduğuydu ve Grappa diye çok sert bir içki içtikleri. Sonrasında alkollü bir şekilde, organizasyonun gönüllü arkadaşlara tahsis ettiği arabayla eve dönmek için yola çıktık ve kaza yaptık. Kaza sonrasında gülmekten hasar analizi yapamadık. Sabah jantın yamulduğunu fark ettik. Kazayı yapan arkadaş İspanyol’du ve onunla İspanyolca konuşmak güzeldi. Ayrıca yılbaşında İspanya’da yalnız kalacağımı söyledim ve beni alıp yılbaşı partilerine götüreceğini söyledi. Burada yılbaşında aileden ayrı, yalnız kalmak acınası bir durum.

8 Ekim 2010 Arona

İlk kez plan yapmaya başladım, Milano’da ki hostelleri araştırıyordum ama aklımda Graz’a gitmek vardı. Günü Arona’yı gezerek geçirdim ve acıktıkça pizza yedim, genelde salçalı ekmek diyebileceğimiz şekilde pizza yapıyorlar. Göl kenarında olması çok hoşuma gitti. Küçük bir yer olmasına rağmen Türk restoranı eksik değildi. Akşam evdeki gönüllülerden birinin fotoğraf sergisine gitmek için yola çıktık ve bu sefer kızlardan biri sürüyordu arabayı. "O çocuğa bak!" derken yanlış yola saptı kız ve bol bol tur attık. Gittiğimiz yerde orada yaşayan başka bir Türk’le karşılaştık. 3 aydan sonra yavaş yavaş Türkçe konuşmaya başlamak güzel geliyordu.

Evde Milano hostellerinin listesini çıkardım ve yarın Milano’ya gitmek için hazırdım. Evin altındaki barın gürültüsüne hiç aldırmadan anında uyumuşum.

9 Ekim 2010 Milano

Caner arkadaşım sağ olsun çok güzel ağırladı beni. Sayesinde sokakta kalmadım daha ne olsun? Ayrıca yemekler ve eğlence de çabası. Son bir de Milano rehberliği yaptı bana. Milano kalabalık, hareketli ve bol motosikletli bir şehir. Taşaklarına basınca şans getirdiğine inanılan boğasından, güvercinli Leonardo Da Vinci’sine kadar birçok fotoğraf çektim. Şaşkına çeviren devasa tren istasyonunu geniş açılı alamamışım ama fotoğrafla olacak iş değil, gidip görmek lazım.

Akşam, trenle Avusturya’ya doğru yola çıktım. Venedik üzerinden geçecektim ama dönüşte uğrarım düşüncesiyle bileti doğrudan Avusturya’ya aldım. Tren yataklıydı ve öyle Edirne-İstanbul arasındaki gibi yatakları kaldırıp normal koltuk gibi kullanalım dememişlerdi. Adeta otel havasında olan bu trende temiz çarşaflar yatakların üzerinde bekliyordu ve su ikramı da oldu. Avrupa’da ikram ender rastlanan bir olgudur. Kaldığım kompartımanda, nereden geldiğini anlamadığım bir sürü dil konuşabilen ama benim bildiklerimden hiçbirini konuşamayan bir çift vardı. Anında yataklarını hazırlayıp, pijamalarını giyip, ışıkları söndürüp yattılar. Ben de daha saat 9 nereye yatıyorsunuz demeden onlar gibi yattım ama bir türlü uyuyamadım. Tren hırsızlıklarını düşünmek de ayrı bir uyku kaçırıcı etken. 10 saat karanlık bir odada hangi yöne gittiğimizi bile anlamaz bir halde uyumamaya çalışıyordum. Bilet kontrolcüsü biletimde başka bir yer yazmasına rağmen Graz’a gideceğimi anladı ve "İnmen gereken yere yaklaştığımızda kapınızı tıklatıcam." dedi.

7 Ekim 2010 Perşembe

Plansız İtalya Avusturya -Bölüm 1-

Plansız programsız çıkılan Avrupa gezisi. Aslında Madrid'den başlıyor ama şu sıralar Madrid yakınında ikamet ettiğim için buraları geziye katmadım. Milano'ya inişim ve sonrasında kafama göre yaptığım yolculuk. İnterrail planlaması yapan arkadaşların önünde saygıyla eğiliyorum, hiç bana göre bir iş değil onu anladım.

Gezimiz Milano yakınında Arona adlı bir kasabadan başlayıp Milano'nun ara sokaklarından Avusturya Graz'a kadar giden bir trenle devam ediyor. Viyana'nın fethedilmemiş kiliselerinin gölgelerinden dolanıp aynı yoldan geri dönüyor ve içimizde kalmasın denilerek Venedik sularında son buluyor.

7 Ekim 2010 Perşembe

Sessiz bir sonbahar sabahı saat 5 sularında evdeki yavru kediyle vedalaşıp yola çıkmıştım ve güne sokakta gördüğüm İspanyol polislere "Hola!" diyerek başladım. Gün doğmadan yola çıkmamın sebebi Madrid’e otobüsle 2-2:30 saat mesafede bir kasabada ikamet ediyor olmamdı. Uçağım öğleden sonraydı ama bir sonraki otobüsle uçağa yetişmem riskli olabilirdi. Plansız gezimde sabit olan tek nokta Madrid-Milano arası gidiş-dönüş aldığım uçak biletiydi.

Saat sabah 8, yer Büyük Madrid Otogarı, birkaç metro aktarmasıyla en yakın Decathlon’u buldum ve çanta, suluk ve yağmurluk aldım. Çantam vardı ama bu uzun yolculuk için belden kavramalı daha fazla hacimli bir dağcılık çantası aldım. BIONNASSAY 32 sırt çantası, uçakta kabin içi baş kısmındaki bölmelere uygun boyutlarda. Bu nedenle easyJet gibi ucuz havayolu firmalarında fazladan ücret ödemeniz gerekmiyor. Artık çantam da vardı ve her şey hazırdı. Madrid’e erkenden geldiğim için rahat rahat Barajas havaalanına gittim ve kısa bir gecikmenin ardından yola çıktık.

14 Eylül 2010 Salı

Cinco Villas (5 Kasaba)

6 Eylül 2010 günü başlayan hafta; Türkiye için önemli bir hafta oldu. 2010 Dünya Basketbol Şampiyonası, Türkiye’de gerçekleşti. İspanya elenene kadar sadece İspanya maçlarını gösteren İspanyol la Sexta kanalı, İspanya’nın elenmesinden sonra sadece Amerika maçlarını gösterir oldu. Rica minnet final maçını bir barda toplu halde izledik. Aynı anda tenis maçları olduğu için şu sıralar her yerde tenis maçları gösteriliyor. Sonuç olarak Türkiye, ABD’ye yenilerek gümüş madalyayı aldı. Bizim için yeterince iyi bir derece. Tanjevic’in durumunu herkese anlattım. "Tiene que estar en hospital." dedim. Yabancı bir dili konuşabilmek güzel şey ve zamanla anlamak ayrı bir zevk. Önceden konuşulanlar geliyor aklıma "ha" diyorum "böyle demek istemiş". Alıştığım kişileri anlamaktan öte artık başkalarının da ne dediğini anlayabiliyorum.

Shrek 4’e (burada hırek diye okunuyor) gittik. Birçok yerini anladım ama İspanyolca izlemeyi tercih etmem. Altyazı daima en iyisi. Finlandiyalı Lisa ile bunu konuştuk. Finlandiya’da filmler daima altyazılı olur dedi. İşin kötü yanı ise Finlandiya’nın iki resmi dili (Fince ve İsveççe) olması. İkisini de aynı anda yansıtıyorlar filmin altına. Hem İngilizce dinleyip hem de iki altyazıyı da okuyabiliyorum diyor. İspanyollar altyazıya alışık olmadıkları için yetişemiyorlar. Bazen televizyonda İspanyolca seslendirilmiş bir filmde İspanyolca altyazı açıyorum ve altyazıyı okumaya çalışıp filmi kaçırıyorlar. Cnbc-e ve Banu Avar’ın da dediği gibi sadece 5 kişinin elinde olan tv sektörü sağ olsun, ses İngilizce, altyazı İspanyolca olsun veya tam tersi, her şekilde filme yetişiyoruz. Bir de Lisa diğer taraftan altyazılı filmler sayesinde gençler senede 9 kitap bitirmiş oluyor diyor.

Çarşamba günü ne bayramı olduğunu anlamadığım bir bayram sebebiyle iş yoktu. Bu nedenle evde duramayan bünyelerimiz 5 kasabayı gezelim fikriyle çıktı yola. Bunlar; başta Mombeltran olmak üzere, Santa Cruz, San Esteban, Villarejo ve Cuevas olarak bir vadi içerisine toplanmış beş kasaba. Mombeltran bunların arasında en büyüğü ve zamanında en zengini olduğundan kalesi, büyük bir kilisesi var ama ne hikmetse arenası yok. Diğerlerinin boğa arenası olmasına rağmen daha küçük kasabalar. İçlerinden en güzeli Santa Cruz. Yürüyüş uzun ve yorucu olduğu için fotoğraf makinesini yanıma almadım, o nedenle yeni fotoğraf yok. Ayrıca orman yangınının olduğu yerlerden de geçtik. Yüzyıllarca yaşayabilecek ağaçların ölü bedenleri… Yol gösteren işaretler de yanmıştı bu nedenle kaybolmanın ucundan döndük.

Pazar günü Türkiye’de referandum oldu… Burada herkese anlattım. İlgilenenler kendi dillerindeki sitelerden daha fazla bilgi aldılar.

Ayrıca Finlandiya Dışişleri Bakanı’nın AB üye ülkelerine "Uluslar arası arenada, Türkiye topunuzdan daha daşşaklı." demesi ayrı bir olay. Aynı toplantıda ABD de bizim güzide yoldaşımızdır denilmiştir. Peki, AB, ABD ve Türkiye bir grup olsun, geriye kalanlar da ayrı bir grup. Koca dünya iki tanecik gruba mı yetemeyecek? Neyini paylaşamıyorsunuz? Bitti lan zaten. Ölüyor dünya.

Bir de o kadar çok ABD dedim sürekli aklıma İspanyolcası geliyor. ABD (EUA) genelde Estados Unidos olarak anılmakta ve kısaltması EE. UU. şeklinde. Sebebi ise çoğul hallerde kelimenin baş harfi tekrarlanıyor. Devletler çoğul ama Birleşik çoğul değil ki demeyin. O da İspanyolcanın kafiyeli halinden kaynaklanıyor. Bir de sonuna Amerika eklenince EUA’ya dönüşmesi henüz bilim çevrelerince açıklanabilmiş değil. Sadece Amerika derseniz bütün kıtayı kastetmiş oluyorsunuz ve Latin Amerika da dahil oluyor. Bir de bi fıkrada (chiste) "En korkunç ülke hangisidir? Tabi ki EEUU’dur." denilmesi, insanların buna gülmesi gibi olaylarla karşılaşabiliyorsunuz.

Son olarak yeterince ağladım diyerek bir adet operatörsüz USB modem aldım. Bir de daha önce de söylediğim gibi buranın en ucuzu olan pepephone’dan yeni hat aldım. Hat için banka hesabı gerekiyor. CajaDuero’dan hesap açtırırken programda Türk uyruğu seçeneği çıkmadı. Merkez arandı kodu (131) öğrenildi falan ama 72,5 milletin arasında bir Türk’ün gözükmemesi ayıp. Henüz internete bağlanabilmiş değilim. Mektup ile gelen kontratı imzaladım ve bugün geri gönderdim. Diğer operatörlerin aksine pepephone kontratınızı istediğiniz zaman iptal ettirebiliyorsunuz. Birkaç gün içerisinde bağlanabilmeyi umuyorum. (Düzeltme: Şu an evden bağlanıyorum.) Almak için neden bu kadar bekledin diye soracak olursanız. Belediyenin kasaba genelinde kablosuz ağ kurulmuştu ve beni sorumlusu yapmışlardı. Sorumlu olunca olayın derinliklerine inme fırsatım oldu ve aslında sadece ağın kurulduğunu ama bütçe sorunları nedeniyle daha doğrusu bütçeyi aktarma sorunları nedeniyle ağın net çıkışının olmadığını öğrendim. Belediyenin başı belaya girmesin diye başka şirketler aracılığıyla para aktarmak veya göstermelik olarak en azından yıllık 1 euro gibi bir ücret karşılığı kullanacak kişilere şifre dağıtmak gerekiyor. Bunlar tabi zor iş. Seçimler de yaklaşıyor. Belediye başkanı değişirse bu iş yatar diye bakıyorlar. Kısaca teknik sebeplerden dolayı kablosuz ağımız yok.

9 Eylül 2010 Perşembe

Salamanca

30 Ağustos Zafer Bayramı ile başlayan hafta;

Birlikte yaşadığımız Fransız’ın arkadaşları bu haftayı burada geçirdi. Biri abisi 3 kişi. Tatil için geldiklerinden her gece dışarı çıktılar. Bazı geceler ben de eşlik ettim.

Salı günü İspanyolca kursumuzun son günüydü. Kurs sonrasında ne yapacağımı bilmediğimden biraz buruk bir gün oldu. Hocamıza teşekkürlerimizin simgesi olarak bir kart hazırladık. Hocanın İspanyolcada "Profesor" olduğunu da eklemek istiyorum. Doktora yapıyor ama şimdiden Profesör diyoruz. Öğleden sonrasını dere kenarında piknik yaparak ve yüzerek geçirdik.

Günler evdeki kalabalıkla birlikte gırgır şamata içerisinde geçti. Cumartesi günü geldiğinde Salamanca’ya gitmeyi kafaya koymuştuk. Saat sabah 10 sularında iki araba çıktık yola. Salamanca; şehrin çeşitli yerlerine dağılmış fakülteleriyle koca bir yerleşke. Eskişehir gibi buranın öğrenci şehri de Salamanca. Eğitim dönemi başlamadığı için öğrenciler yok ama uzun süren festivali nedeniyle sokaklar müzikle dolu. Şehrin üniversitesinden sonra en önemli özelliği tek taştan yapılmış olması. Yanlış hatırlamıyorsam adı Villa Royal olan bu taş her türlü yapının inşasında kullanılmış. Bu nedenle bütün binalar tek renk. İşlemeler de çabası. Bir kilisenin girişinde onca gotik figürün yanında uzay boşluğunda süzülen bir astronot veya kafatası üzerinde etrafı izleyen bir kurbağa görebiliyorsunuz. Şans olarak düşünülen bu kurbağa şehrin de sembolü olmuş. Fotoğraflarda göreceksiniz ama nerede olduklarını söylemesem daha iyi olur. Sizin bulmanız daha önemli. Bir de dilbilimi fakültesinin tepesinde dil çıkaran kafayı da görebilirsiniz.

Şehrin simgesi; kuru kafa üzerindeki kurbağa
Gezerken İspanya iç savaşına ait belgelerin bulunduğu arşive denk geldik. 1936’dan 1939’a üç yıl süren ve sonunda Franko’ya karşı kaybedilen savaş. Daha fazla araştırmalı ve öğrenmeliyim. Size önerim birinci dünya savaşı sırasında hangi tarafta olduğumuzu en azından İngilizce olarak bilin. Yavuz ve Midilli’nin önceki adlarını hatırlayın. Bir de İstanbul’un fethini anlatırken inanmakta zorlanıyorum, anlattığım kişileri nasıl inandırayım. Kimsenin paranoyaklaşmasına gerek yok. Bize tarihimizi unutturmaya çalışan hiç kimse yok. Biz kendiliğimizden unutuyoruz. Fetih yıl dönümünde yapılan canlandırmalarla olacak iş değil bu. Önce fetih, sonra Çanakkale, birer birer unutulacaklar. Çanakkale’de ki anıtı bitirmeyelim diye elimize sarılan yok. Anıtın sadece kaidesini yapıp hurafeleri anlatmak için ziyarete açanlar, Hiroşima’yı her yıl kaç Japon’un ziyaret ettiğini öğrenmek hiç zor değil. Tarihi damarlarım kabardı. Sonuçta Franko da insandı ve öldü. Pedro Almodovar’ın "Carne Tremula" filminin sonunda da denildiği gibi artık insanlar korkmuyorlardı.

Fazla büyük olmayan Salamanca’yı bitirdiğimizi düşünerek yolumuzun üzerindeki Avila’ya doğru yola çıktık. Şansımıza Avila’da da ortaçağ festivali vardı. Belediye meydanında ortaçağ pazarı kurulmuştu. Sokaklar çeşitli kültürlere göre dekore edilmişti. Arap sokağında bir çok kebapçı vardı ama Türk sokağı diye bir yer yoktu. Kıyafetlerle, müzikle ve Avila’yı çevreleyen surlarla güzel bir festival olmuştu. Dar sokaklar ve kalabalık nedeniyle zor anlar yaşadık ama güzel bir günü noktalamak için bundan iyisi olamazdı.

Akşam eve geldiğimizde Fransızlar son geceleri olduğu için tekrar dışarı çıkmak istediler. Pazar günü yola çıkacak olmalarına rağmen geceyi dışarıda geçirdik. Oradan oraya sürüklenirken, sabah erkenden açılan bir kafede kahvaltımızı yaparak saat 10’da günü noktaladık. Cumartesi 10’da başlayan gün Pazar 10’da bitmiş oldu. 12’de yola çıkıp Fransa’ya nasıl gittiler. Pazartesi nasıl işe başladılar hiç sormadım.

Fotoğraflar Salamanca ve Avila albümlerinde. Bu şehirler hakkında daha fazla bilgi ve fotoğraf için 80gunde.com’un ilgili sayfalarına bakabilirsiniz.

1 Eylül 2010 Çarşamba

¿Puedes abrir la puerta?

*Kapıyı açabilir misin? Bu cümleyi neden yazdığımı bilmiyorum ama nedense çok farklı bir çağrışımı var bende. Artık İspanyolca konuşmak, yazmak istiyorum. Buraya geleli 2 ay oldu. Konuşulanların çoğunu anlıyorum ama konuşmaya gelince tıkanıyorum. Kelimeleri daha hızlı bulmak ve cümle kurabilmek için biraz daha zamana ihtiyacım var.

Bu haftanın geniş özeti: Uyudum. Bulabildiğim her fırsatta uyudum çünkü hastaydım. Ailemden uzakta geçirdiğim en büyük hastalık dönemiydi. Sırf aileden uzak olmak değildi mesele. Aynı zamanda çalışıyor ve İspanyolca dersi görüyor olmak yorucuydu. Ama atlattım. Şu an kaybettiğim kiloları saymazsak iyiyim. Kilo alınır verilir o sorun değil.

Derste Pedro Almodóvar’ın hayatını işledik. Artık filmlerini izleme zamanının geldiğini anladım. "La Mala Educación" (Kötü Eğitim) filmini başka bir filmle karıştırıyormuşum. Filmografisine sondan bir önceki filmi ile başlamış oldum. Daha sonra son filmi olan "Los Abrazos Rotos" (Kırık Kucaklaşmalar) filmini izledim. Lluis Homar iki filmde de rol alıyor. İki filmi izlememin arasında saatler olmasına rağmen neredeyse başka bir kişi olduğuna inandıracaktı. İki filmin konusunda da yönetmenler ve film içinde çekilen başka bir film var. Kesinlikle izlenmesi gereken filmler. Filmleri İngilizce altyazı ile izliyorum ama bazı yerlerde altyazıyı okumama gerek kalmıyor. İki dili de anlamak güzel bir duygu.

Bu hafta fazla bir şey yazamadım ama en azından iki eğlenceli video paylaşayım.

Que hora es? = Saat kaç?




23 Ağustos 2010 Pazartesi

İspanyolca (Español)

Bu hafta (16 Ağustos 2010 günü başlayan hafta) hastalanmam dışında bir şey olmadığı için biraz İspanyolca anlatmaya karar verdim. Aslında önemli bir şey oldu evet bunu not etmiş olayım. Bu hafta Arenas festivalinin başlangıcı ve ay sonuna kadar sürecek. Festivalin kral ve kraliçesinin seçilmesi gerekiyordu. Benim de jüride olmamı istediler. Hasta olmama rağmen katıldım ve adaylara sorulan sorular standart olduğu için soruları ve cevapları anlamam zor olmadı. Kral adayı yoktu. Eğer fotoğraflarda görürseniz kırmızı elbiseli, ortada oturan kraliçe.

Hastalığımdan kısaca bahsedip geçeceğim. Perşembe gününü ateşler içinde geçirdim. Hastaneye gittik ve bademciklerimin iltihaplandığını öğrendim. Modern tıp sağ olsun zor kısmı atlattım. Şu an dinlenme sürecindeyim. Komik olan tarafı doktorun "A de!" dediği zamandı. İspanyolca dersimize yavaştan başlayalım. İspanyolcası "Di A!" okunuşu da yazıldığı gibi. Ben hastalığın da verdiği şuursuzlukla aynen diaaaa diyerek ağzımı açtım. Kimse gülmedi ama ben hala gülüyorum. Bir de Cumartesi dudağımda uçuk çıktı. Eczacıya dudağımı göstererek krem aldım. Uçuğun bırak İspanyolcasını, İngilizcesini bile bilmiyorum ki. Bilmemek değil öğrenmemek ayıp diyerek "herpes" olduğunu ekliyorum.

Laura ve ben haftada 6 saat İspanyolca dersi alıyoruz. Ders saatleri çalışma saatleri kapsamında. 8’de mesai başlıyor, 10’da ders. 11-11.30 kahve molası. 12.30’da ders bitiyor. Saat 3’de de iş bitiyor. Bazen 2 saat toplantı yapıyoruz sabah ya da dersten sonra. Böylece çalışmak için ne kadar çok zamanımız kaldı değil mi? Yapacak işim olmasına rağmen hiçbir şey yapamadan döndüğüm günler oluyor. Dersler genelde haftada 3 gün ama ders yapmadığımız günler nedeniyle bol bol ders işliyoruz. Bu kadar anlattım ama ay sonunda dersler bitecek. Kışa doğru burada İngilizce veya İspanyolca kursları başlayacakmış. Gerekirse onlara devam edeceğiz.

Derslerden birinde hava durumu tarifini işlerken, ortamın soğuk olduğunu karşımdaki kişiye hareketlerimle anlatmam gerekiyordu. Bunun için kendimi sararak hafif titrermiş gibi yaptım. Aynı hareketi hatta abartılmışını bundan tam 10 yıl önce lise hazırlıkta İngilizce öğrenirken, tahtaya kalkıp yapmıştım. Öğretmenimiz Hale Ataman’dı. Tiyatronun abartmak olduğunu söylemişti. Üşüdüğümü gösteriyordum ama abartmalıydım ve dişlerimi takırdatarak titredim. Bu sefer abartmadım.

Şimdi derse başlayalım; Öncelikle İspanyolca, Español (espanyol) demek ama İspanyolca kendi içinde ayrılmakta ve en düzgünü Castellano (kasteyyano ya da kastejano) olduğu için "¿Hablas Castellano?" (İspanyolca konuşur musun?) diye sorabilirsiniz. Daha basit bir yerden başlayalım.

La triste condesa caddesinde festival geçişi
benyo
sentú , usted
oél, ella
biznosotros
sizvosotros, ustedes
onlarellos, ellas


"O" İngilizcede olduğu gibi bay bayan olarak ayrılıyor. "Usted" ise "Sen"in kibarcası. İspanya’da neredeyse hiç kullanılmayan "Usted", Arjantinde sıkça kullanılıyor. Usted’in fiil çekimleri él, ella ile aynı.

İspanyolca yazıldığı gibi okunan bir dil ama birkaç istisnası var. Ayrıca yabancı kelimeleri ve isimleri de yazıldığı gibi okuyorlar. Bizim gibi asıl dilindeki gibi okuyacağız diye kasmıyorlar. En yakın dil İtalyanca. Arjantin’de konuşulan İspanyolca telaffuzuyla İtalyancaya çok yakın. Bir İtalyan’ın birkaç roman okuyarak İspanyolca konuşmaya başladığını görmüşlüğüm var.

Ben şimdiye kadar ne öğrendim; Tanışma, sayılar, okuma, giysiler, alışveriş, kişisel bilgiler, etkinlikler, aile, dış görünüm, adres tarifi, mekânlar, günlük hayat, hayvanlar, saatler, mobilyalar, ev, yiyecekler, durum tarifi, sağlık, buluşma.

Çoğu kelime İngilizce ile örtüşüyor fakat Amerikalılar bile anlamakta zorlanıyor. Yazılı halde anlamak daha kolay oluyor. Örnek verecek olursak; completar, observar, repetir, escribir, marcar, usar, invitar, ordenar vb. Sonlarında –ar –ir –er mastar eki oluyor. Çekimleri de buna göre değişiyor. Bazı düzensiz fillerin de kendilerine özgü çekimleri var.

Anlamsız görünmelerine rağmen hoşuma giden iki örnek cümle;

No es necesario para mi ahorra porque no lo necesito. Şu an bana gerekli değil çünkü ona ihtiyacım yok.

Lo siento pero no lo tengo y no lo quiero porque no lo necesito ahorra. Üzgünüm ama ona sahip değilim ve onu istemiyorum çünkü şu an ona ihtiyacım yok.

Lo siento: Üzgünüm, tam anlamıyla "onu hissettim" ve Te quiero: Seni seviyorum, tam manasıyla "seni istiyorum".

İki önemli fiil var; coger ve tomar. İkisi de get ve take ile eş anlamlı ama Latin-Amerika ve İspanya’da kullanımları arasında fark var. Latin Amerikalılar her şey için tomar’ı kullanıyor. İspanyollar ise araçlar için coger, içecek veya taşınacak şeyler için tomar’ı kullanıyor. Latinler coger’i aşk yapmak olarak yorumluyorlar ve onlar için İspanyollar metroyla sevişen insanlar. Hiç bitmeyen dalga konusu.

Biraz da argo kelimelerden bahsedelim. ¡Que fuerte!(ke fuerte)Tam anlamı "ne sert!" ama şaşkınlık durumunda kullanılıyor daha çok. ¡Joder!(hoder) Türkçeye s.kt.r diye çevirebileceğimiz İngilizcedeki F kelimesi. Pues nada, aqui estamos: yok bir şey, her şey yolunda gibi bir anlamı var. Ni fù, ni fà: ne fu nede fa, fark etmez. Echar un polvo: tozunu atmak (iki oyun atalım mı?) gibi bir anlamı var ama sevişmek için kullanılıyor, tv dizisinde de çok duyduğum bir deyim. Tener mala leche: tam anlamıyla sütü bozuk. No tener pasta ya da no tener dinero: paranın olmaması. Partirse el culo: kıçını yırtmak, çok güldüğünde kullanılıyor. Me largo: uzamak, ben gidiyorum derken kullanılıyor yani uzuyorum.

Son olarak bizim inşallah dememiz gibi İspanyollar da ohala diyor. Bunu da öğrendiniz artık çifte vatandaşlık için başvurabilirsiniz.

17 Ağustos 2010 Salı

Oturdu

2006 senesinin Ramazanı’nda Macar diyarındaydım, bu Ramazan da İspanyol diyarında. Öncelikle herkesin Ramazan ayı mübarek olsun.

Haftanın ilk etkinliği olarak sinemaya gitmeyi kararlaştırdık. Çarşamba günü, evde İspanyolca hocası ve sevgilisiyle birlikte yemek yenecek, sonrasında sinemada “Alice Harikalar Diyarında” izlenecekti. Yemek güzel geçti. Değişik ülkelerden çeşitli tatlar vardı sofrada. Cacık da bize eşlik ediyordu ama çoğunluğa göre Yunanca satsiki adıyla anılıyordu. Sıkıntıya gerek yok ha Yunan ha Türk diyerek ortamı yumuşatıyorum. En azından yoğurdun Türk kökenli olduğunu ispatlamış bulunuyorum. Ayran diyince bilenlerin yüzü gülüyor, bilmeyenlerin suratı ekşiyor. Yoğurdu, yemek yanında yenecek bir şey olarak görmüyorlar. Onlara göre yoğurt yemek sonrası, tatlı niyetine.

“Yediğin içtiğin sana kalsın, gezip gördüğünü anlat” öğretisinin iyice dışına çıktım. Sinemaya geçelim. Sinema hemen evin aşağısında. Geçmeden bir yerde oturup bir şeyler içelim diyorlar. Akıntıya kaptırıp gidiyorum. Bu arada her şey İspanyolca. Benim ne kadar öğrendiğim tartışılır ama İspanyolca konuşmaya başladık. Yoğunlaştığımda anlıyorum ama yorucu bir olay. O nedenle genelde beyni beklemeye alıp, takılıyorum kendimce. İkili muhabbetlerde daha çok odaklanıyorum. Konuşmaya gelince, eğer karşımdaki kişi sabırlıysa birkaç şey konuşuyorum. Tabi önce benim sabrım önemli. Sabredemeyip İngilizce konuşmaya başlıyorum.

Fecointur'daki standlardan birinde
Beklerken şöyle bir konuşma geçti “Sen uykulusun, sen daha önce izledin, sen de tümüyle anlamayacaksın.”. Bu kısmı çok iyi anlamıştım ama o sırada filmden vazgeçmişler. O kısmı kaçırmışım. Film de mübarek 23:30’da. Saat oldu 00:30, artık işkillendim tabi. İşkillenmeseydin bi de oha! Affedersiniz ağzımı bozdum. Bazen aksaklık oluyor o nedenle ertelenebiliyor. Ben de öyle bir durumdur belki diye hiç keyfimi bozmamıştım. Filmi de anlamayacağım malumdu ama daha önce izlemiştim ve hikaye de çok yabancı olduğumuz bir hikaye değil. Sonuçta filmi beyaz perdede görmek istiyordum. Ne oldu gitmiyor muyuz? diye sorduğumda, ohoo biz çoktan vazgeçtik sen anlamadın mı dediler. Aslında umurumda olmaz ama o an, işte o an insanın içine oturuyor. Karşımdaki de İspanyolca hocam, trajikomik. Hemen kızlardan biri koşup bir daha ki gösterimine baktı. Arenas’da son kez gösteriliyordu. Şans işte son gösterimi kaçırmıştım. Konuştukları anda anlamış olsam, ben tek başıma gidiyorum derdim.

Yabancı bir ülkede olunca insan eften püften şeylere takılabiliyor. Nasıl bir psikoloji olduğunu anlamanızı istedim.

Perşembe Fecointur adı verilen ticaret ve turizm fuarı başladı. Hazırladığım adam boyundaki posterler fuarın açılışına 10 dakika kala geldi. Standımızı hazırladık. İlk gün sakin geçti. Belediyenin tahsis ettiği hostesler standa göz kulak oluyordu. Biz günde 1-2 saat hazır bulunduk. Kasabanın spor salonunda, kasaba esnafının toplanması şeklinde özetleyebilirim. Amacını pek anlayamadım. Hafta sonunu fuar yemiş oldu, yüzmek dışında bir şey yapamadım. Bu hafta sonu Madrid’e gitmeyi planlıyorum.

9 Ağustos 2010 Pazartesi

España

2010 Ağustos ayının ilk haftası Senegalli dansçıların gösterisiyle güzel bir başlangıç yaptı ama hafta başladığı gibi devam etmedi. Vazgeçilen Candeleda gezisiyle birlikte baştan sona boş bir hafta oldu. Hatta Murcia’da geçirdiğim süreyi telafi etmek amacıyla Pazartesi ve Cuma günü ek ders yaptık. Oysaki her şey çok güzel başlamıştı.

Pazartesi Senegallileri izlemek güzeldi. O kadar hareketli ve enerji dolular ki o enerjiyi size geçiriyorlar. Bayan dansçıların çok güzel olduğunu da eklemek isterim. Gösteri sonunda herkesi sahneye davet ettiler. “Vaka Vaka“ eşliğinde sahnede meşk ettik. Görüntüleri vimeo’ya yüklüyorum.

Salı Candeleda söylentisi çıktı. Daha önce gitmiştik ama kasabayı gezememiştik. Hadi yarın gidelim hadi yarın derken hafta bitti. Günler giderek ısınan havanın altında bol İspanyolca dersli ve çalışmalı geçti. Adam boyunda 5 poster hazırladım. Haftaya bir fuar yapılacak ve orada Hareketlilik Haftası’nı tanıtacağız. Posterler matbaada şu anda.

Cumartesi günü tam hafta boşa gitti diye düşünürken hareketlenme başladı. Arenas’dan daha fazla ekmek yemiş en yakın şehir olan Talavera’ya gittik. Arabayla 45 dakika. El Corte Ingles ve Carefour gibi çeşitli alışveriş merkezleri var. El Corte Ingles, otoparkının bile ücretli olmasıyla ne kadar pahalı bir yer olduğunu daha girmeden gösteriyor. Carefour ise, küreselleşme sağolsun, ürünler üzerinde ki Türkçe açıklamalar ile insanı evinde hissettiriyor. Sonrasında Decathlon’a gittik. Aylardır dert olan dağcılık botunu en sonunda aldım. Karlı dağlar haricinde işimi göreceğini düşünüyorum.

Pazar günü de “bu haftanın olayı buymuş, bu kadarmış” diye düşünürken, Nuria aradı ve kendi kasabası olan Santa Cruz’da fiesta olduğunu söyledi. Hemen olay yerine intikal ettik. 10 euro karşılığında arena içerisinde ki etkinlikleri izleyebiliyorsunuz ama biz beleş tepeyi tercih ettik. Zaten gerçek boğa bile görmedim. Belediye meydanına konser sahnesi kuruldu ama izleyen kimse yoktu. Diğer fiestalar kadar iyi olmadı ama kasabayı görmek güzel oldu. Cincovilla’lardan yani beşibiyerdelerden bir tanesi bu kasaba.

Biraz İspanya (España ñ = ny) hakkında bilgi vereyim;
Öncelikle İspanya’nın sembolü haline gelen Osborne boğasının silueti. Zamanında reklam amaçlı yol kenarında tepelere boğa silueti yerleştirilmiş ve bu figür o kadar ünlü olmuş ki İspanya ile özdeşleşmiş. Sonra bayrakların üzerine bile konulmuş. Ayrıntılı bilgi wikipedia’da bulunabilir. Sonra İspanya sadece iber yarım adasından oluşmuyor. Kanarya adalarının nerede olduğunu biliyor musunuz? Orası da İspanya işte. Bir de Cebelitarık boğazından karşıya, Afrika kıtasına geçince de iki ayrı bölgesi var İspanya’nın. Oralara giden uçaklar biraz daha ucuz oluyor. Salsa İspanyol dansı değil, Flamenko ise İspanyol. İspanyol Rumbası; pop müzik ve flamenkonun birleşiminden oluşuyor. En ucuz mobil telefon hattı Pepephone ama henüz hiçbir dükkânını görmedim. Netten siparişle alabiliyorsunuz.

Portal fiestas gibi dandik bir siteyle ülke içerisindeki bütün fiestalardan haberdar olabiliyorsunuz. Boğa güreşlerinin haricinde La Tomatina en büyük festival. İnsanların birbirine olgun domatesler fırlattığı, nimetin değerinin bilinmediği çılgınlık. Bir de müzik festivalleri için Atiza Festivales şeklinde bir adresimiz mevcut.

İspanya’da ne içilir; Sangria meyveli şarap kokteyli,”tinto de verano” tam çevrimi “yazın kırmızı şarabı”, calimocho kola ve şarap, cerveza bira, caña bardakta bira ve clara fanta limon ile şarap.

İspanyol edebiyatı; Rincón Castellano (İspanyolca Köşeşi) adresinde görülebilir. Ayrıca şimdiye kadar sadece Elif Şafak’ın bir kitabını gördüm.

İspanyol alternatif müziği alborde adresinde bulunabilir. Gaza gelip de üniversite seçeneklerini görmek isteyenlere Universia sitesini öneriyoruz.

İspanya’da hala monarşinin hüküm sürmekte olduğunu bilmeyenlere buradan sesleniyorum, evet sürmekte. Amma velakin diğer monarşilerden biraz farklı. La Monarquia Española adresinde nasıl olduğunu okuyabilirsiniz.

En önemli şeyi en sona bıraktım. Yer yüzünde başka hiçbir ülkede olmayan. İspanyol asıllı ülkelerde bile uygulanmayan öğle uykusu hakkında geniş bilgiyi wikipedia’dan alabilirsiniz. Adresi takip edenler başka ülkelerde de olduğunu görebilirler ama İspanya'da ki gibi uygulanmamaktadır. Kısaca, saat 3 ile 5 arası, 20 ile 30 dakika boyunca uyuyorsunuz. Açıklaması; öncelikle sağlıklı, sonra bütün dükkânlar o saatlerde kapalıyken başka ne yapılabilir.

1 Ağustos 2010 Pazar

Dolunay

Temmuz’un son haftası başlarken uzun süredir beklediğimiz dolunay da geceleri yüzünü gösterir olmuştu. Bu fırsatı kaçıramazdık. Pazartesi gecesi derede yüzmeye gittik. Etrafı görebiliyorduk ama suyun içini göremiyorduk ve haliyle soğuktu. Her şeye rağmen yüzdük ve yüzdükten sonra soğuğa daha çok alışıyorsunuz.

Tam bir sene önce bu hafta, bu bölgede büyük bir orman yangını olmuş. Söndürme çalışmaları sırasında 2 kişi hayatını kaybetmiş. Çarşamba günü belediye meydanında bir dakika sessizlikle andık ölenleri. Askeri disiplinden uzak bir anma töreniydi. Ne kadar askeri disiplinle eğitildiğini anlıyor insan böyle durumlarda. İster istemez hazır vaziyetine geçmek ve gözleri İspanya bayrağına dikmek kaçınılmaz oluyor. Cuma, iş sonrası yakın bir kasabada piknik yapıp daha sonra yeni derelere gittik. Her biri ayrı güzel doğal havuzlar.

Cumartesi kültür ve sporun buluştuğu bir gün oldu. Sabah Gredos sıradağlarının kuzey tarafına geçip oradan tırmandık. O tarafta bir kasabada Mark Knopfler konseri düzenlenecekmiş. Bilmiyorum deyince şaşırdılar. Düşüncelerine göre tanımak için çok gençmişim. Müzikle ilgilenmediğimi anlatamadım bir türlü. Zirveye doğru devam edelim. Bu sefer güney yamacında yaptığımız gibi yarı yolda vazgeçmedik zirveye kadar devam ettik. Yaklaşık 2300 metre rakıma çıktık.

Eve geldiğimizde Bea’nın Madrid’den arkadaşları geldi. Onlarla birlikte belediye meydanında ki dünya lezzetleri partisine gittik. Türkiye lezzetleri dışında birçok lezzet ve dans ekibi vardı. Benden de bir şeyler yapmamı istediler ama yeterli malzemem yok dedim. Cezve olsa en azından kahve yapardım. Cezve göndermek isteyen varsa özelden ulaşsın. Aynı anda kale içinde de konser vardı ve gruplardan birinde bizim patronun erkek arkadaşı Paco da çalıyordu. Bu nedenle ikinci durağımız kale oldu. Buralarda ünlü bir grup ve şarkılarını beğeniyorum.

Bu arada taşıma suyla siteyi güncelledim. Fotoğraf albümleri ekledim ama içleri boş. Elbet dolacaktır arkadaşım. Taşıma su derken. Evde hala net yok. Kodları evde pişirip, usb bellek ile soğuk servis ediyorum. Pazar günü de haftayı göl kenarı koşusuyla bitirdim. Eğer gün içinde yüzmezsem onun yerine koşmayı düşünüyorum.

Son olarak kendime bir hedef koydum; 2 hafta içerisinde İspanyolca bir şiiri bütünüyle anlayıp, ezberlemeyi düşünüyorum. Öncelikle şiiri bulmak lazım tabi.

25 Temmuz 2010 Pazar

Varış sonrası eğitimi

19 Temmuz günü başlayan hafta;

Pazar akşamı Lorca’da karşılamalarını beklerken şehri gezeyim dedim. Türk lokantası görünce Türkçe muhabbet isteğiyle daldım içeri. Tuncelili iki kişi ve bir İspanyol çalışıyordu. Bir aydan sonra ilk kez güzel bir çay içtim. Sonra dayadılar döneri. Yol için hazırladığım sandviçleri yediğim için aç değildim ama hasretle saldırdım dönere. Yemekten sonra iyi gibiydim ama gece kalacağımız yere gittiğimizde sandviç ve meyve ikram ettiler. Bir tane elma yiyeyim dedim. Son noktayı koymuş oldum. Bir aydır küçülme sürecine girmiş midem pes etti ve her şeyi geldiği yere göndermeye kadar verdi. Üçüncü kusma turundan sonra “Help, help” diye bağırmaya başladım çünkü tansiyonumun düştüğünü ve tehlikeli olabileceğini düşündüm. Ayakyolunda yatarken kızlardan biri yardımıma koştu. Organizasyonu düzenleyenlerden birini bulmak için her odadan en az bir kişiyi uyandırdı. Sorumlu kişiler gelince diğerlerine teşekkür ettim. Sonra doktoru aradılar ve limonlu su içmemi, devam ederse gelmemi söyledi doktor. Dördüncü turdan sonra sadece su kusar oldum ve artık tümüyle temizlendiğimi hissediyordum. Bir süre dışarıda açık havada uyuduktan sonra içeride pencere önüne yere battaniye serdik ve orada uyudum. Sabah olduğunda beni gören ne yapıyor burada diye bakıyordu. Aldırmadım uyumaya devam ettim.

Böylece ilk gün etkinliklerinin yarısını kaçırmış oldum hatta kısa skeçler yazıp filme çekmişler. Onu da kaçırmış oldum. Hareket edecek enerjim yoktu ama etkinliklere azar azar katılmaya çalıştım. Ekipten bahsedeyim; daha önce de söylediğim gibi Avrupa gönüllülerini toplamda 4 defa bu şekilde bir araya getirip hem kaynaşmalarını sağlıyorlar hem de eğitim veriyorlar. Avrupa içi ve dışı çeşitli ülkelerden toplam 36 kişi, bunların 30’u bayan 6’sı erkek. Erkekler 6 yataklı tek bir odada ikamet ediyor. Çoğunluk İspanyolca biliyor ve eğitimler genelde İspanyolca. Rusya’dan Arjantin’e o çeşitliliğin arasında tek Türk bendim.

Günler dolu dolu geçti. Salı günü neredeyse toparlanmış hatta akşamı yemek yemeye başlamıştım. Bu eğitim tekniğini çok seviyorum. Eğitim olduğunu anlamadan öğreniyorsunuz ve çevrenizdeki insanlarla kaynaşıyorsunuz. Kalabalık bir grup Alman vardı. Diğerlerinden daha fazla Türk gördükleri için kendimi onlara daha yakın hissediyordum ama aralarından sadece birinin Türk arkadaşı olmuş. Diğerlerinin hiç iyi düşünceleri yoktu. İlk kez eğitimli ve görgülü bir Türk gördüklerini ve ilk kez bir Türk’ü sevdiklerini söyleyenler oldu. Bunu sağlamak için özel bir şey yapmadım. Ayrıca yardımıma koşan kişi Almanlardan bir kızdı.

Çarşamba Augilas’a gittik. Augilas Akdeniz kıyısında, güzel bir kalesi olan tatil kasabası. Akdeniz’e girmek bile insanı evine yakın hissettiriyor. Derelerde yüzmekten deniz suyunun tuzunu unutmuşum. Denizden önce tren istasyonuna biletimi değiştirmeye gittik. Bilgisayarda sorun olduğundan telefonla denediler yine olmadı. Akşam netten kendim değiştirdim. Hafta sonu Granada’ya gitme düşüncesiyle bileti Pazar’a almıştım ama kendimi her ne kadar iyi hissetsem de kusma olayı yüzünden eve gitmek istiyordum. Diğer taraftan Granada’da Alhambra sarayını gezmek için önceden randevu almak gerekiyormuş. Sonuç olarak biletimi Cuma gününe değiştirdim. Aguilas’da plaj sonrası biraz şehri gezdikten sonra orada bir lokantada topluca yemek yedik. Her şeyi organizasyon karşılıyor tabi. Yemekler güzeldi, akşam Augilas daha bi güzeldi. Gece pansiyonumuza geri geldik. Perşembe akşamı ayrılış partisi düzenledik. Eğitmenler eğitimler sırasında çektikleri fotoğraflarla slayt hazırlamışlardı İspanyolca argo sözler eşliğinde onları izledik. Çok eğlenceliydi ama sonuna geldiğimiz için hüzün de vardı. Topladığımız parayla eğitmenler için hediye aldık ve pansiyonun içinde bir yerlere sakladık. Etrafa değişik dillerde ipuçları ve sözlükler koyduk. İpuçlarından bir tanesi “yemek kurbanını kurtar” şeklindeydi. Son olarak ben de bir sürpriz yapayım dedim ve liseden bu yana dilimde olan Desperado’nun El Mariachi şarkısını söyledim. Videoya aldıklarını söylediler elime geçerse yayınlarım.

Cuma uzun bir yolculuk ve hüzünlü vedalaşmaların ardından evime ulaştım. Lorca’daki Türk lokantasına tekrar uğrayacağımı söylemiştim ama fırsatım olmadı. Zaten döneri de burnumdan geldi. Madrid’de otobüs biletini alayım, otobüsü beklerken otogar yanındaki alışveriş merkezine giderim diye düşünüyordum. Zamlanmış bileti 10,01 euro’ya aldıktan sonra 2 dakika sonra kalkacağını fark ettim ve Madrid’de vakit geçiremeden eve geldim. Belki de daha iyi oldu çünkü yorgunluktan ölüyordum. İspanya’nın kuzey ucuna gitmek için devam edenler oldu. Bir uçtan diğer uca zor valla.

Cumartesi yalnız ve sakin evimin tadını çıkardım. Ofiste nete girdim. Murcia öncesi, ben yokken bozulmasınlar diye dolaptaki yiyeceklerimi bitirmiştim. O nedenle yiyecek hiçbir şey yoktu. Alışverişe gittim. Bugün ise Pazar ve şu an sıcaktan dışarı çıkasım gelmiyor. İlerleyen saatlerde belki yüzmeye olmadı koşmaya giderim.

18 Temmuz 2010 Pazar

Workshop'lar ve forum bitiyor

12 Temmuz 2010 günü başlayan haftanın geç de olsa özeti;

11 Temmuz günü 2010 Dünya Kupası’nın final maçının günüydü. İspanya ilk kez dünya şampiyonu oldu. Gece herkes sokaktaydı. Gençler meydandaki süs havuzunu doldurmuşlardı ve etrafa su sıçratıyorlardı. Pazartesi bayraklar pencerelerde gururla salınıyor, formalar sırtlarda. “Seçilmişler” Madrid’e gelmiş, oyuncak ahtapotla halkı selamlıyorlar. Seçilmişler dememin sebebi burada milli takım demektense daha çok seçilmişler veya kızıl demeyi tercih ediyorlar. Bugün ayrıca ikinci workshop günümüz. Önceki workshop’ın verdiği tecrübe ile bunu kolaylıkla atlattık.

Salı günü, bir grup Amerikalı gencin dere kenarında çöp topladıkları haberini aldık. Ofisimize ziyarete geldiler. Yirmiden fazla liseli genç bir aylığına İspanya’ya gelmiş gezip, çevre ile ilgili etkinliklerde bulunuyorlar. Başlarında Amerikalı ve İspanyol gözetmenleri var ve İspanyol ailelerin yanında kalıyorlar. 1’er 2’şer dağıtılmışlar.

Cuaves, Arenas’a yakın, güzel evleri olan tarihi bir kasaba. Salı günü Cuaves arenasında boğa güreşi olduğunu öğrendik. Boğa güreşinin olduğu gün boğaları arenaya getirmek için boğa koşusu yapılıyor. Biz boğa güreşini görmek istemediğimiz için koşuyu da istemli olarak kaçırdık ama akşam güreş sonrası etkinliklerine gittik. Kasaba meydanına konser için sahne kuruldu ve ara sokaklarda da küçük partiler devam ediyordu. Evler çok hoşuma gitti. İnsanlar çok sıcakkanlıydı. Geceyi 4’te bitirdik ve sabah erken kalkıp pazarda broşür dağıtmak için yerimizi almamız gerekiyor.

Çarşamba, arenanın yanında saat 3’te biten bir pazar kuruluyor. Daha çok giyim ürünlerinin satıldığı bir pazar. Belediyede çalıştığımız için izin alması zor olmadı ama yerleşirken az sağa az sola bayağı bir uğraştırdılar. Perşembe günü halka açık forum yapıp workshop’larda alınan kararları tartışmaya açacağız. Bu nedenle pazarda broşür dağıtmanın mantıklı olduğunu düşündük. Ben daha çok “Merhaba, iyi günler.” diyerek broşürü uzatıyordum. Bir şey soran olursa diğerlerine yönlendiriyordum. Bir süre sonra İspanyolca hocamız geldi ve bizi pazardan aldı. O kadar İspanyolca konuşma arasında kimse günü pazarda geçireceğimizi söylememiş hocaya. Akşam biraz ter atmak için yine göl kenarında koşuya gittim.

Perşembe forum günü. Artık yeteri kadar tecrübeli olduğumuz için kolaylıkla atlattık. Bugün ilk kez İspanyol berber tecrübem oldu. Bayan kuaförüyle berber aynı yer. Erkekler için ayrı bir mekan yok. Önce gittim 1 saat sonrası için randevu aldım. Sonra gerekli kelimelere bakarak alıştırma yaptım. Sonuçta özel bir şey olmayacaktı kısa olmasını isteyecektim ve anlaşamazsak bir fotoğrafımı gösterecektim. Sonucu beğendim hatta standart berber muhabbeti bile yaptık. “Borcumuz ne kadar hacı?” diye sormaz olaydım. 8,5 euro’yu paşa paşa verdim. Hemen Türkiye’de ki fiyatla karşılaştıran beynim bu paraya makine almanın daha karlı olduğu kararına vardı. Akşam Amerikalıların ayrılış partisi yapacağını ve yemek de olacağını öğrendik. Amerikan partisine katılma isteğiyle havuza gittiğimizde aslında bakıcı ailelerle yemek yediklerini gördük. Biz de yemeğe katıldık ama beklediğimiz bu değildi. Sonrasında bara gittik. En son masamız o kadar beynelmileldi ki dünyanın her tarafından biri var gibiydi; 3 İspanyol, 2 Fransız, 1 Fin, 1’i yarı Meksikalı 3 Amerikalı ve 1 Türk. Tuhaf olan ise her kes İspanyolca konuşabiliyordu. Bu hafta bir de Polonyalı gelmişti. Geceyi 6’da bitirdim. Diğerleri kaçta bitirdi bilmiyorum.

Cuma günü NIE numaramın olduğu yeni İspanyol kimliğimi almak Avila’ya gittim. Laura’nın arabasıyla gittik. Arabayı şehir dışında park yürüyerek karakolu bulduk. Laura trenle başka bir şehre arkadaşını görmeye gitti. Ben Arenas’a giden otobüsü kaçırmamak için Avila’da gezemeden istasyona gittim. Eve geldiğimde internete girmek için ofise gittim. Bir süre sonra biri adımı bağırmaya başladı. Laura ofise gelmişti. Trenle gittiği yerde otobüse binmesi gerekiyormuş ve otobüs dolu demişler. O da trenle geri gelip arabasıyla Arenas’a geri dönmüş. O sıcakta o kadar yol. Arenas Avila arası günde 2 otobüs var ve 1,5 saat sürüyor.

Cumartesi Beatris’in arkadaşı Guatemalalı Daniel geldi. Onunla gezdik, Guatemala İspanyolcasında ki farklılıkları konuştuk. Kertenkele yakaladık. Biyolojist olduğu için böyle şeylere meraklı. Dere kenarında yılan aradık. Daha önce derede yüzerken yılan görmüştüm. Oraya gittik ama bir şey bulamadık. Akşam Laura “peynir tabağı” adında bir Fransız yemeği yaptı. Fırında peynir ve patatesle yapılan yemek güzeldi ve ondan daha güzeli ilk kez hep birlikte aynı masada yemek yedik. Pazar Murcia’da eğitime gitmek için yola çıkıyorum. Rota; 9 otobüsüyle Madrid’e, 12:45 treniyle Murcia sonra tekrar trenle Lorca.

11 Temmuz 2010 Pazar

5 Temmuz 2010 tarihinde başlayan hafta

Pazartesi, ev sahibi ofise geldi. Daha kalın ve uzun bir yatağa ihtiyacım olduğunu söyledik. Çarşamba getireceklerini söyledi. Salı, workshop hazırlıklarıyla geçti. Radio Tietar’da tanıtım yaptık ama tabi ki hiç konuşmadım. Çarşamba İspanyolca derslerine başladık. Akşamında maç vardı ve hiç tekrar yapamadım. İspanya finale gidiyor. Fotoğraflar ve videolar var. Perşembe ilk workshop’ımızı yaptık. Benim görevim arada yenilecek şeyleri hazırlamak ve fotoğraf çekmekti. Verdiğimiz hizmetten memnun kaldılar. Hatta Cuma günü katılımcılardan biri çok memnun kaldığını belirterek, bize yumurta hediye etti. Yine ders tekrarı yapamamıştım ama bu sefer hoca gelmedi. Dersleri salıdan perşembeye haftada üç gün ikişer saat olarak planlamıştık ama ilk hafta geç başladığımız için Cuma da ders işleriz demiştik. Arada kaynadı galiba. Ofiste 4 kişiyiz ama bir sürü dil konuşuluyor; Fransızca, İspanyolca, İngilizce, Türkçe. Workshoplardan birinde özel araç kullanımı yerine dolmuş kullanmalıyız yazılmış. “DOLMUS” yazısını görünce şok oldum. Kimse anlamadı tabi. Ben anlattım. Kimin yazdığını bulmak boynumun borcu oldu. Casa de la Cultura’da çalışan Alman Max var, o biraz Türkçe biliyor. Ona sormam lazım.

Perşembe günü workshop sonrası gece 23’de hadi nehre gidelim, gece nasıl oluyor görelim dediler. “Por que no?” (Neden olmasın?) benim cümlem. Eğer “porque” şeklinde birleşik yazarsanız “çünkü” anlamına geliyor ya da tam tersi. Telefona ihtiyacım yok diyerek evde bıraktım. Gittiğimizde zifiri karanlıktı. Cep telefonu ışıklarıyla yolumuzu bulduk. Bir süre yıldızlar altında oturduk. Kimse suya girmeye cesaret edemedi. Telefonumun flaşının fener olarak kullanılabildiğini ama en çok lazım olacak zamanda evde bıraktığımı belirtmeme gerek yok diye düşünüyorum. Gece eve geldiğimizde yeni yatağımı poşetinden çıkardım ve bir yıl kahrımı çekecek olan yatağıma ilk kez yattım.

İki, üç günde bir yüzmeye gidiyoruz. Yeni havuzlar öğreniyoruz. Genel olarak dere üzerine kurulan setlerden oluşuyor. Bugün cumartesi ve yine gideceğiz.

Erasmus sayesinde gittiğim Macaristan’da tanıştığım arkadaşım, İspanyol Joaquin de buraya 2 saat mesafede oturuyormuş. Bu hafta sonu geleceğini söyledi ama eşi hastalandığı için vazgeçti.

Gün geçtikçe daha çok alışıyorum. Konuşulanlara biraz daha aşinayım artık ama yine de cevap vermeye çekiniyorum çünkü yanlış anlamış olabilirim diye düşünüyorum. Claire dönmeyeceğini, dönse de eşyaları için döneceğini bildirdi. Beatriz de 2 ay sonra gidiyor. Laura ve ben kalacağız. Misafirlere daima kapımız açık.

Workshop için malzeme almaya kırtasiyeye gittiğimizde İngilizce bir roman gördüm ve bir şeyler okuma isteğiyle kitabın içeriğini bilmeden hemen aldım. 6.99 £’luk fiyatını 10 euro’ya çevirdiler. Kapak üzerinde “Best-seller The Vendetta’nin yazarından” ibaresi vardı. Cahilliğime verin, “V for Vendetta” filmine konu alan kitabın yazarı sandım kendisini. Tabi ki Vendetta adında başka kitaplar olabilir ama hepsi de çok satan olacak değil ya. Sonuçta şimdiye kadar okuduğum kitaplara göre çok farklı bir kitap almış oldum. Yarış atı yetiştiren bir ailenin Portekiz tatili ile başlayan, hayatından bir kesit şeklinde şu an. Sakin bir şekilde ilerliyor. Hatta kitap, bir serinin devamıymış ama “geçen kış yaşadığı olaylardan sonra” cümlesinden başka hiçbir yerde önceki kitaplara dair bir şey görmedim. Kısaca güneşlenirken vakit geçirecek bir kitap okumak güzel oluyor. İngiliz İngilizcesinde kullanılan kelimeleri de yakalamak güzel oluyor, “cravat” ve “chauffeur” bunlardan bazıları.

Dağa tırmanmak için bot alacağım. Zamanında bu biçimsiz spor ayakkabıları kim alıyor ki hala satıyorlar diye dalga geçtiğim spor ayakkabılardan herkeste var çünkü doğa yürüyüşünde onlardan iyisi yok.

Artık blog tarzını değiştiriyorum çünkü her gün ne yaptığım ortada. Zamanla blog kendine ait bir tarz bulacaktır ümidindeyim. Bunun yanında evde hala net yok. Bütün kasabayı saran bir wireless ağ var ama bizim evde çekmiyor. Bu ağı kuran şirket neden verimli çalışmadığını anlatmış ama belediyede kimse anlamamış. O nedenle bir de bana anlatacaklar.

Bu haftanın planında 1 workshop, 1 forum, 1 Avila (yeni kimliğimi almak için) ve 1 de Murcia’ya yolculuk var. Tren biletlerini aldık. Madrid’ten gidiş dönüş 75 euro tuttu. Akdenize yakın tatil kasabası. Varış sonrası eğitimi için gidiyorum. Cuma eğitim bittikten sonra Granada’ya geçmeyi planlıyorum.

3 Temmuz 2010 Cumartesi

Üçüncü haftanın sonuna yaklaşırken

Sabah yağmur tıkırtısıyla ve gök gürlemesiyle uyandım. Bu yağmurda yürüyüşe gidilmez. Koşu umurumda değil zaten. Fotoğraflar da güzel çıkmayacak ama olsun gidip bakayım belki arabalar çekilmiştir. İstediğim açıda sadece 2 araba vardı ama fotomontajla halledebileceğimi düşünüyorum. Biraz da güneş ışığı eklemek lazım yoksa araba olmadığında böyle kasvetli, hayalet kasaba gibi oluyor anlamı çıkabilir. En büyük derdim bu. Hayat ne kadar güzel. Tim Burton yapımı Alice’i izledim. Tim Burton sitilinde hafif bir yumuşama sezdim ama film güzel. Öğleden sonra, hava biraz daha sıcaklığını azaltınca göl kenarında yürüyüşe oradan da doğal havuza gittik. Doğal havuz dedikleri, dere yatağına çekilen set sonucu oluşturulan bir havuz ama hiç doğallığı kalmamış. Yine de yüzmek ve güneşlenmek için güzel bir yer. Akşam da Paraguay maçı vardı. Paraguay’ın savunması güçlüydü ama saldırı olmayınca anlamsız oluyor. İki taraf da birer penaltı kaçırdı. İspanya karambole bir gol attı. İspanyolların arasında kırmızı tişörtümle onlarla aynı heyecanı paylaşmak hoşuma gitti. Sıradaki maçı bekliyoruz. Bir de İstanbul’daki Dünya Basketbol Şampiyonasını buradan izlemek güzel olacak.

2 Temmuz 2010 Cuma

Koşu

2 Temmuz 2010, üçüncü haftamın son iş günü. Öncelikle vazgeçilmez siestanın ardından ne zamandır aklımda olan göl kenarı koşusunu sıcağa rağmen uygulamaya karar verdim. Göl çevresi tahmini mesafe 2 km ve çeşitli noktalarda jimnastik aletleri var. İki tur sonucunda kendimi adeta yeniden doğmuş gibi hissettim. Evde banyodan sonra açılan iştahımla bir şeyler yemeye başladım. Kızlar Chicano'ya gitmişti. Onların yanına gidip bir kaç bira ve sandviçten sonra bu beden en azından haftada bir bunu yaşamayı hak ediyor dedim. Şimdilik haftada bir yapayım da elimden geldiğince arttırmaya çalışırım. Yarın, nehir kenarında yürüyüş ve şehirde koşu var ama benim iş gereği şehrin arabasız bir kaç fotoğrafını çekmem gerekiyor. Koşuya katılmayacağım kesin. Yürüyüşü isterim ama o saatlerde koşu için etrafta araba olmayacak. Arada kaldım ama iş önce gelir. Neden arabasız fotoğraf merakı başladığını açıklayayım. Şehirde araba kullanımını azaltıp yürümeyi arttırmaya çalışıyoruz. Ben de iki resim hazırlayacağım biri şehrin arabayla dolmuş hali, diğeri arabasız. Kasaba dediğim yere şimdi şehir demeye başladım. Aslında burası bir şehir. Ben ikisini de diyorum aldırmayın. Arabasız halini fotomontajla yapmayı düşünüyordum. Koşu için park alanlarının boşaltılacağı uyarısını gördüm. O nedenle o vakitler benim için önemli.

1 Temmuz 2010 Perşembe

Yeni bir ay

1 Temmuz 2010, Arenas'da yeni bir ay. Bugün hava güzel olursa dereye yüzmeye gidelim dedik ama sabah yağmur yağıyordu. Öğleden sonra hava açtı ve hemen yola koyulduk. Öğlen yemeklerimiz yanımızda dereye vardık. Yağmur yüzünden kimse gelmemişti. Sadece biz vardık. Standart yüzme, güneşlenme ve İspanyolca çalışmalarından sonra geri geldik. İspanyolca hocası hala bulunamadığı, bulunan da belediye meclisi tarafından beğenilmediği için hala hocamız yok. Ben de sürekli bir şeyler öğretme mevzusundan sıkılmış gibiyim. Çünkü bu laf arasında öğretilen şeyleri yazmadan olmuyor. Hadi yazdık diyelim (sürekli yanımda kâğıt kalem var) yine de bir şeylerin eksik olduğunu düşünüyorum. Tamam, düzensiz fiilleri ezberlemeye başladım ama nerede kullanacağım nasıl kullanacağım bilmiyorum. Sanki her an sözlü sınav oluyormuşum gibi hissetmeye başladım. Acilinden dersler başlasa iyi olacak ama 18 Temmuz'da Murcia'ya varış sonrası eğitimine gidiyorum. Daha önce ayrılış öncesi eğitimi adı altında bir haftalık bir eğitim vermişlerdi Ankara'da, onun benzeri olacak. İşte hoca bulsak bile bir hafta Murcia'da olacağımdan bölünecek. Bu nedenle ay sonunda başlamayı düşünüyoruz. Çok fena İspanyolcaya susadım. Dil öğrenimi konusunda bütün tavsiyelere açığım.

30 Haziran 2010 Çarşamba

Evimiz

30 Haziran 2010, hala o gecenin izleri var. Bugün, sadece haftalık alışverişimi yaptım. Başka önemli bir şey olmadı.

En iyisi biraz bizim evden bahsedeyim. Evimiz belediyeye yakın yeni bir binanın 3. katında iki katlı bir daire. Evimiz diyorum çünkü hep beraber kalıyoruz. Pansiyon misali herkesin üst katta kendi odası var. Odalar çatı katında olduğu için pencereler tavanda. Hep tavanda pencerem olsun istemişimdir ve beklemediğim bir zamanda gerçek oldu. Gündüz gökyüzünü, gece ay ışığı ve yıldızları görmek çok güzel hele bir de yağmur yağarsa damlalar üzerinize düşüyor gibi oluyor. Alt katta salon, küçük banyo ve mutfak var. Ev ilk gün dağınık ve kirliydi ama şimdi derli toplu ve temiz. Son günlerde ev sahibi gelecek diye sürekli temizlik halindeyiz. Paradan bahsetmek istemiyorum ama merak edildiğini düşünüyorum. Kirayı belediye karşılıyor, aylık 350 euro. Böyle bir yer için bence uygun fiyat.

29 Haziran 2010 Salı

Akşamcı

29 Haziran 2010, uzun gece sonrası iş günü. Nasıl kalkıp işe gittiğimi bilmiyorum. Daha Türkçe konuşamıyordum ki bir de gidip İngilizce konuşayım. Ofiste kendime gelmem bir saat sürdü. Resmen şaftım kaymıştı. Mesaiden sonra herkes uyumaya gitti. Akşam da ilk kez İspanya maçını izlemek için bir bara gittim. Yarı finallerde izlemeye başlayacağımı söylemiştim ama şimdi de güzel. O duyguyu hissetmek güzel bir şey. Gece uzun olduğundan gün kısa sürdü.

28 Haziran 2010 Pazartesi

Üçüncü hafta

28 Haziran 2010, Madrid sonrası ilk gün, üçüncü haftam başlıyor. Günün ilk sorusu "Madrid nasıldı?" şeklinde oldu. "Yalnızlık, sıcak, yorgunluk hepsi birleşince şehri sevemedim." dedim. "Sonuçta o İstanbul'dan geliyor." falan dediler. Ben "alakası yok" dememe rağmen İstanbul'da yaşayan birine Madrid sorulmaz ki gibi bir sonuca vardılar. Tamam, İstanbul güzel şehir ama benim yaşadığım yer Arenas yanında hiç bir şey.

Mesaiden sonra dereye yüzmeye gidelim dedik. Matematik öğretmeni Roca bizi arabasıyla götürdü. Aslında yürüme mesafesinde ama sıcakta yürümeyelim dedik. Öğle yemeğimizi yedikten sonra yüzdük, güneşlendik. Orada başka öğretmenlerle tanıştım. Akşam eve geldiğimizde Laura Fransa'dan geldi. Giderken easyJet ile gidecekti ama easyJet'in tüm seferleri iptal olunca, bir grup Fransızla beraber otobüsle gitmiş. Geri dönüşte de kendi arabasıyla geldi.

Laura geleli sadece 5 dakika olmuştu ama onu da alıp dışarı çıktık. Bir kaç biradan sonra bar kapandı, başka bir yerde devam ettik. Gece 4'te eve geldik. Hafta içi böyle bir şeyler yapmamak lazım ama Öğretmenlerden biri geçici olarak gelmiş ve gidecekmiş. O nedenle sebebimiz vardı. Bira hakkında biraz konuşayım. Bira (cerveza) isterseniz şişede getiriyorlar, caña derseniz bardakta geliyor. Bardak da bildiğiniz su bardağı. 30luk olabilir, test etmek lazım. Fiyatları 1,20 ile 2 euro arasında değişiyor. Genelde yanında bir sandviç, patatesli omlet, balık gibi atıştırmalıklar geliyor ama gelmezse de şaşırmayın. Sağolsun burada Chicano's da çalışan Tomas var. O bize kıyak geçiyor. Bir de dışarıda oturursanız biraya 30 sent ekleme yapabiliyorlar. Dışarısı lüks yer yani.

27 Haziran 2010 Pazar

Madrid

27 Haziran 2010, Madrid'de ilk gün. Sabah 9 otobüsüyle yola çıkmaya karar verdim. Otogara gittiğimde bekleyen insanlar vardı ama bilet satıcısı yoktu. "Comprar billete" diyerek etrafta dolaşmama rağmen pek bir sonuç alamadım. Sonra İngilizce bilen birini buldum ve biletin otobüste satıldığını öğrendim. Madrid'e varış süresi 2 saat 20 dakika çünkü birçok yerde duruyor otobüs. Yaklaşık Sakarya İstanbul veya Edirne İstanbul arası bir mesafe olduğu için bilet 10 euro olacak değil ya diye düşünürken, 9,95 euro olduğunu öğrendim. En azından tahminimde yanılmamıştım. Bir kaç kasabadan yolcu alıp indirdikten sonra Madrid'e giriş yaptık. Madrid otogarında otobüsten inerken şoföre "noche dies Arenas" şeklinde sorarak son otobüsün akşam 10'da olduğunu onaylattım.

Saat 11:20, Madrid beni bekler. Öncelikle GPS'i denedim ve çalıştı. Burada dağlar yüzünden çalışmıyor olabilir. İlk hedef Atocha tren istasyonu. Büyük ve güzel bir yer, hatta içerisinde minik bir orman bile var. Fotoğraflarda görebilirsiniz. Orada, turist bilgilendirme noktasından yürüyüş yollarının haritasını istedim ama öyle bir harita olmadığını sadece harita olduğunu söylediler. Elimde, üzerine iki rota çizilmiş Madrid haritası vardı. O haritanın belki daha günceli vardır diye sormuştum. Rotalardan biri Atocha'dan geçiyordu, bu sebeple rota seçimi zor olmadı. Sonradan fark ettim ki elimdeki harita turistik amaçlı gezen, üstü açık iki katlı otobüslerin rotasıydı. Günlük 17 euro karşılığında istediğiniz kadar binebiliyorsunuz. Yürüyüş için olduğunu düşündüğümden kısa mesafe sanmıştım. Bir günde en azından bir rotayı tamamlarım dedim ve yürümeye devam ettim. Şehirde çok güzel bir park var. En çok beğendiğim yer orası oldu. Eski binaları, güzel yapıları tabi ki seyretmek güzel ama parkta bir iki saat koşmak gibisi olamaz. 3-4 saat aralıksız yürüdükten sonra artık Madrid'te başka bir şey olmadığına karar verdim.

Rotanın büyük kısmını tamamlamıştım. Biraz kafama göre takılmaya karar verdim. Bir günde insan Madrid gibi büyük bir şehri öğrenir mi? Ben öğrendiğimi düşünüyorum. Kaybolmam gibi geliyor çünkü şehir merkezinde her sokaktan az çok bir parça gördüm. Ama bize ne anlatabiliyorsun diye sorarsınız. Hiç. Bir kitabı çok hızlı okumak gibiydi. Bir de insan yalnız olunca pek bir anlamsız oluyormuş. Avrupa'da başka ülkelere gitme şevkim de kırıldı. Saat 16 olmuştu. Sıradaki otobüs 19:30'da olduğu için anlamsızca gezmeye başladım. Sanki o ana kadar hep anlamlı gezmişim gibi. Korsan CD satan zenciler var mesela. Bizim seyyar satıcılardan daha çevik duruyorlar. Doğal seleksiyon sonucu onlar kalmış sadece. Son cümleler çok mu ırkçı oldu? Asıl değinmek istediğim konu, korsan CD sektörü burada hiç yok değil, var ama denetim daha sıkı olduğu için daha çevik ve hızlı kişiler bu sektörde. Ayrıca çalışma izinleri olmadığı için iş bulamıyorlar bu nedenle yasadışı işlere yöneliyorlar diyerek konuyu uzatmak istemiyorum çünkü Türkiye'de de aynı durum söz konusu.

Artık benim için Madrid bitti, belki bir kaç arkadaşla özel bir şeyler için gelirim. 19:30 otobüsüyle geri dönüş yolculuğuna başladım. Bileti önceden gişeden aldığınız için bu sefer numaralı. Sabah hemen şoför arkasına yerleşmiştim ama bu sefer oturduğum yer o kadar dar geldi ki, dakikaları saydım. Arada biraz uyumuşum çünkü yorgunluktan ölüyordum. Eve gelip ne yaptığımı hatırlamıyorum ama otobüsten indiğimde toprağı öpesim gelmişti.

26 Haziran 2010 Cumartesi

Madrid'e doğru

26 Haziran 2010, Arenas'da 13. gün, tek başına. Menemenle başladığım günde bütün gün göl kenarında koşmayı planlayıp sıcak hava yüzünden vazgeçtim. Tv'de orijinal dil seçeneğini buldum. Orijinali İngilizce olan filmleri izleyebiliyorum. La Parra'ya (küçük bir kasaba) giden bir patikanın el çizimi haritasıyla yola çıktım ve çizimin yeterli olmadığını düşünerek geri döndüm. Patika haritaları var elimde ama çizimler hiç hoşuma gitmiyor. Telefonun GPS'i de Madrid'de bir kere çalıştı ondan sonra küstü. Ne Avila'da ne de buralarda hiç tık demedi. Uydudan sinyal alacak diye de zorlayınca bataryayı emmeye başlıyor. Sonuç olarak telefonda harita var ama nerede olduğumu göremiyorum. Sözlük de var telefonda. Bir de skype yükledim. Verimsiz ama ucuz bir şekilde babamı arayabiliyorum. Bilgisayardan arayınca sorun yaşamadım ama telefondan arayınca kesilmeler ve sesin gitmemesi gibi sorunlar oluyor.

Evde net olmadığından belediyenin internetini kullanmak için belediye binasının önündeki meydana gidiyorum. Aslında bütün kasabayı saran bir internet ağı kurmaya çalışıyorlar. Bizim ev haricinde çoğu yerde çekiyor. Çekse de bir saat sınırı varmış servis sağlayıcılarla başları belaya girmesin diye. Nuria evindeki büyük anteni getirecek ve evden belediyenin kablosuz ağına bağlanmayı deneyeceğiz.

Yarın ilk kez Madrid'e gidiyorum. Hazırlıksız gidip kafama göre takılacaktım, evde Madrid haritası buldum. Haritada gösterilen rotaları takip ederim.

25 Haziran 2010 Cuma

İşlere devam

25 Haziran 2010, sınırları biraz daha genişlemiş şekilde Arenas'da 12.gün, bu şekil tarihli başlangıç sizi sıktı mı bilmiyorum ama benim hoşuma gidiyor. Siteyi bu hafta bitirmeyi planlıyordum ama Word belgesinin ortasındayım. En az iki gün daha sürer diye düşünüyorum. Aslında Word'de web sayfası olarak kaydet diyerek olayı anında çözerim ama o şekilde üretilen kod çok kötü oluyor. Temiz olsun, ben yazmış olayım istiyorum. Daha sonra basit bir içerik yönetim sistemi yazıp hem bizim ofisin sayfasını hem de belediyenin sitesini yönetebilmelerini sağlayacağım. Şu an tüm sayfaların html olduğu güncellemenin işkence olduğu bir sistem kullanıyorlar. Belediyenin sitesi http://www.aytoarenas.es ve yaptığım sayfa ise http://www.aytoarenas.es/web/SEM adresinde. Belki adres değişebilir. Firefox veya Chrome'da daha iyi görünecektir. Bugün Beatriz de evine gitti. Hafta sonu tek başımayım. Belki merak ederlerse Türk filmi gösteririm diye Recep İvedik 3 indirmiştim. Oturdum tek başıma izledim. Sinemada izlenmez ama bence ikinci filmden daha iyi. Tam da şu yalnız hafta sonum da kendimi buldum filmde. Bir de ÇGH'nin sezon finalini izledim. Tv'de izlemek daha iyi.

24 Haziran 2010 Perşembe

Avila

24 Haziran 2010, Arenas'da 11. gün ama bugün sınırlarımı genişletme günü. Bağlı olduğumuz şehir olan Avila'ya gidiyoruz. Bir buçuk saatte vardığımız şehir merkezi gerçekten çok güzel. Surla çevrili ve turistik bir yer.

Önce polis merkezinde kimlik kartı için başvurmam gerekiyor. Tam bir kargaşa. Bir belgem eksikmiş birileri o olmadan olmaz, birileri olmasa da olur diyor. En sonunda 14 Ağustos'a gün veriyorlar. Yapmayın etmeyin derken günü veren adamın deftere adımı Giresun diye yazdığını görüyorum. Pasaportta ilk bilgi doğum yeri. "Me llamo Olcay" diyorum bak burada "apellido y nombre" gördün mü? Giresun'un üzerini çizdikten sonra bu sefer doğrusunu yazıyor. Tam eyvallah diyerek gidecekken biri geldi ve tamam şuraya gidin dedi. O sırada hemen deftere baktım, adam doğru yazdığını da karalamaya başlamıştı. Güzelim defter sayemde yazboz tahtasına dönmüştü. Sonuçta randevu ile geldik ama randevusuz gelenler kısmına yolladılar galiba emin değilim.

Biraz bekledikten sonra bu sefer girdiğimiz oda da ad soyad krizi yaşadık. Başladılar senin adın Bayram demeye. Yok Fransızlar soyadlarını kullanırmış. Yanım da Laura var Fransız. Ona soruyorlar falan. Tam kargaşa. Aslında ben gerçek adımı söylemiyormuşum. En iyi bildiğim şeyi "Me llamo Olcay"ı çektim yine. Akıllarda soru işaretiyle devam ettik. Sıradaki sorun, öğrenci vizesi almışım ama belediyede çalışıyorum. Öğrenci olduğumu gösterir belge yok. Gönüllü olacak gençler şunu bilin, gönüllülük hizmetinden çok az kişinin haberi var ve bu nedenle vize alırken bilmem kaç yılından beri öğrenci vizesi alınıyor. Biraz tartıştılar falan ama sorun olmadı. Al şu makbuzu git 10,20 euro yatır bankaya gel dediler. Caja de Avila bankasına gittik. Hemen yatırdım makbuzu onaylattım. Dikkatimi çeken şey, gişelerde ki e-imza tabletleri oldu. Daha önce Japonya'da geçen bir filmde gördüğüm bu tabletler sayesinde imzanız elektronik ortamda eşleştirilebiliyor. Belki ileride bir banka hesabı açarım da tecrübe etme imkânım olur. Makbuzu verdikten sonra imzamı ve parmak izimi aldılar. Devlet işi konusunda yavaşlıkta yarışırız. 20 gün sonra gelip kimliği almamı söylediler.

Günün gerisinde Avila'yı gezdik ama pek bir şey anlamadık. Daha sonra tekrar gideceğiz. En azından kimlik için. Sonrasında Laura'yı Madrid'e yolcu ettik. Oradan hafta sonu için Fransa'ya uçacak.

23 Haziran 2010 Çarşamba

San Juan

23 Haziran 2010, Arenas'da 10 gün oldu. Vize için harcadığım paraları geri ödediler. Avrupa gönüllüsü olmak isteyen gençleri korkutmak istemem ama 300 euro harcamam olmuş. Hatta daha fazlası oldu da faturalayabildiklerim bu kadar. Biz bu paraya yaz tatiline çıkarız diyorlar. O kadar uğraşa ve harcamaya rağmen hala 1 yıllık vize alabilmiş değilim. En fazla 3 aylık veriyorlar. Üç aydan fazla kalışlar için burada polisten oturum izni almanız lazım. Sonrasında yabancı kimlik kartınız oluyor. İspanyol kimliğinden tek farkı, üzerinde yabancı kimlik numarası olması. Bu şekilde Avrupa içerisinde İspanyol vatandaşı gibi dolaşabiliyorsunuz. Yarın başvurmaya gidiyorum. Bugün Los Pelayos'a gittik. Küçük bir barajla oluşturulmuş başka bir göl. Göl denemez aslında doğal havuzlar diyorlar. Kayaların arasında sürekli dağlardan akarak gelen soğuk suda yüzmek ayrı bir zevk. Denizin soğuğuna bir süre sonra alışıyorsunuz ama bu sürekli soğuk. Küçükken abimle Giresun Yağlıdere'de yüzmüşlüğümüz vardır ama bu sefer daha temkinliyim. Bir de terlik aldım. Dandik terliği taşımaktansa burada alırım diye düşünmüştüm. Avrupalı turistlerin standardı parmak arası terlik olduğunu biliriz. Adamlar ne yapsın burada başka terlik yok. 2,5 euro'ya artık bir parmak arası terlik kullanıcısı oldum. Bugünün asıl olayını atlıyordum neredeyse. Bugün San Juan yani yazın gelişi gibi bir şey, aslında nevruza benzemesi dışında pek bir şey bilmiyorum. Şehrin meydanlarında ateş yakılıp üzerinden atlanıyor. Bizim evin önündeki meydanda da genç yaşlı herkes toplandı. Bando eşliğinde bir kaç genç ateş üzerinden atladı. Pencereden açının daha iyi olduğunu düşünerek aşağıya inmedim. Fotoğraflar yolda.

22 Haziran 2010 Salı

La Triste Condesa (Üzgün Kontes)

22 Haziran 2010, Arenas'da 9 gün oldu. Bu sefer iş sonrası kale gezisi yapalım dedik. Fotoğrafları göreceksiniz elbette. Laura ve Beatriz ile birlikte şehirdeki kaleye (Castillo de la Triste Condesa) gittik. Birjinia adında İngilizce bilen bir rehber eşlik etti. Kraliçenin kaleyi elinde tutabilmek çok uğraştığını falan anlattı. Kalenin yapısı diğerlerinden çok farklı, kulesi ortada olacağına yarısı dışarı çıkacak şekilde kenara yapılmış, çevreyi görebilecek şekilde yüksek bir yerde değil de yerleşim yerinin en alçak noktasına kurulmuş. Şimdi müze, sergi ve toplantı salonu, tiyatro ve gösteri merkezi gibi çeşitli amaçlar için kullanılan kültür merkezi olmuş. Hatta 26 Haziran'da dans kursunun sona ermesi sebebiyle bir dans gösterisi yapılacak. Gittiğimizde hazırlıklar sürüyordu.

21 Haziran 2010 Pazartesi

İşler

21 Haziran 2010, Arenas 8.günüm, ikinci haftama başlıyorum. Artık biraz daha alışmış şekilde yeni güne başladık. Dünün yorgunluğu ile pek bir şey yapmadım. Hafta başı olması sebebiyle markete gitme ihtiyacı duydum sadece. Ayın 24'ünde Avila'ya gideceğim. Yaptığım sitenin PHP'de altyapısını oluşturdum. Şimdi, önceden hazırlanmış olan 80 sayfalık Word belgesini aktarmam gerekiyor. Zaman alacak gibi basit iş. Workshop 6-7 Temmuz’da bu nedenle acele etmeliyim.

20 Haziran 2010 Pazar

İlk Haftamın Son Günü

20 Haziran 2010, Arenas'da 7. günüm, ilk haftamın son günü. Gün 7'de başladı. 8'de Nuria geldi ve Los Galayos'a dağlara doğru yola çıktık. Zirve 2500 metrede ama ben dağlara uygun olmayan ayakkabımla zirveye gidemedim. 2000 civarında bir yerde acil durum kulübesi yapmışlar. Oraya kadar tırmandık ve bir şeyler yedikten sonra geri indik. Belki daha uygun bi botla daha yukarı çıkabiliriz. İlk seferde kendimi çok fazla zorlamak istemedim. Nuria daha önce orada 5 gün kamp kurmuş ve neredeyse her hafta sonu gidiyormuş. O nedenle tekrar gideceğimizden emin gibiyim. Eve geldiğimde ayaklarım kopuyordu. Bir duştan sonra yattım uyudum. 3-5 arası siestaya gerçekten alıştım. Uyumak için günün en güzel saati. Dil çalışmaları yavaş yavaş ilerliyor. Claire kadar olabilsem çok güzel olurdu diyordum ama gelmeden önce de biliyormuş o. Öğrendiğim kelimeleri bir yerlere yazayım. Bu arada zapata ayakkabı, zapatero ayakkabıcı demek. Fotoğrafları bilgisayara attım. Yarın göndermeye başlayayım. Şimdilik facebook kullanacağım belki daha sonra kendi sitemde yayınlarım. Yarın iş başı. Hafta içi Avila'ya gidip yabancılar için kullanılan kimlik kartı için başvuracağız. Talavera daha yakın olmasına rağmen Avila'ya bağlı olduğumuz için oraya gidiyoruz. Yeni bir şehir olacak benim için. Bir yandan televizyona bakıyorum da cnbc-e gibi İngilizce bir kanal yok. Bazı kanallarda altyazı seçeneği var. İspanyolca seslendirme ve İspanyolca altyazıyla izleyebiliyorsunuz. Belki dilimi biraz daha ilerletince en azından altyazıyı anlar hale gelirim diye umutluyum.

19 Haziran 2010 Cumartesi

Arenas'ı tanımaya devam

19 Haziran 2010, Arenas'da 6. günüm. İlk hafta sonum olduğu için hemen Madrid'e gitmek yerine önce buraları tanıyayım dedim. Boş zamanlarımda çıkıp sokaklarda geziyorum. Bu sefer daha turistik yerleri görelim dedik. Laura ile birlikte önce göle gittik. Aslında baraj gölü ve küçük bir şey ama görüntüsü çok güzel. Sonra da San Pedro'ya gittik. Yürüme mesafesinde eski bir kilise. Kasaba yaşlıları için en güzel vakit geçirme yöntemi. Gidip oturup geliyorlar. Yolda giderken biraz patikadan gidelim diye bilmediğimiz dağa taşa doğru gittik sonra bir baktık ki sadece asfalt yolla gidiliyormuş. Yolda yeni yapılmış binalar var ve çok zengin ve güzel görünüyorlar, tatil mekanı gibi. Akşam Nuria daha uzun bir yatak getireceğini söylemişti ama geç kaldığını o yüzden getiremediğini söyledi. Şu an ince ve ayaklarımı dışarıda bırakacak şekilde kısa bir yatakta yatıyorum ama sorun benim boyumda olduğundan böyle durumlara alışığım. O yüzden rahatım. Yarın dağlara gidiyoruz. Dağcılık için ayakkabım yok ama idare edeceğiz. Bu arada sabah Claire evine Fransa'ya gitti. 3 hafta yok buralarda. O da çok istemiş dağlara gitmeyi ama iki defa ayağını burktuğunu için hiç fırsatı olmamış. Beatriz de çarşamba günü master için gitmişti, yarın gelecek galiba.

18 Haziran 2010 Cuma

Araştırmalar başladı

18 Haziran 2010, İspanya'da 5. günüm. İspanya yerine Arenas de San Pedro desem daha doğru. Çünkü Barselona ve Madrid havaalanlarından başka bir şey görmedim. Arenas, 7000 nüfuslu bir kasaba ama bölgenin merkezi olduğundan bir şehir gibi. Çeşitli restoranlar, barlar, marketler ve dükkânlar, bir kale ve tarihi kiliseler ve bir de eski köprü var. Halkın neyle geçindiğini anlamadım ama keyifleri yerinde gibi görünüyor. Euro’ya geçişte çok zorlanmışlar. Örneğin 1 peseta olan ekmek 1 euro 1,40 peseta iken 1 euro olmuş. Maaşlar ise tam değerinde euro olmuş. Büyük bir şok atlatmışlar ama artık alıştık diyorlar. Markette sanki biraz daha fazla harcıyormuşum gibi geliyor ama her öğle arasında içtiğimiz kahve ve yanında yediğimiz atıştırmalık 1,10 euro. Aldığınız yiyecek bardak altındaki tabak gibi küçük bir tabağa konuyor ve midyeden balığa, tortilladan patates püresine çeşitli seçenekler var. Amacına uygun olduğunu düşünüyorum. Bu kadar bilgiden sonra bugün ne yaptık ona geleyim; taşınma sonrası masa montajı, internetin ayarlanması, hazırladığımız workshop'un tanıtımı için gerekli web sitesinin yapımı, Murcia'da yapılacak olan varış sonrası eğitimi için başvuru formunun gönderilmesi. Temmuz sonuna doğru bir hafta Murcia'da eğitim alacağız. Akdeniz yakınında tatil bölgesi olduğu için umarım yüzmeye vakit bulurum. Akşam da Laura ile bara gittik. Belediye başkanı ve çalışanları da oradaydı.

17 Haziran 2010 Perşembe

Taşınıyoruz

Dördüncü gün yani bugün, sabah belediyedeki eşyaları yeni binaya taşıdık. Karşı binaya taşımak için kamyon getirdiler. 5 metre faydası olmuş olabilir. Her şeyi taşıdık. Artık daha geniş bir ofisimiz var ama eski bina hoşuma gidiyordu. Fotoğrafını çekeceğim. Şimdi internet sorunumuz var. Yarın halledeceğiz sanırım. Taşınmadan sonra bilgisayarları kurarken bir tanesini patlattım. Tahminen güç kaynağı yandı. İlk kez böyle bir şey başıma geldi. Bir türlü çalışmıyordu. Elektrik geldiğine dair bir işaret yoktu. Ben de güç kaynağını açıp kapatıyordum. Bir anda patladı. Belki akımı değiştirdim. Umarım ana karta falan bir şey olmamıştır. Uzun süredir kullanılmayan bir bilgisayarmış ama çalışıyormuş. Patlamadan önce de çalışmıyordu. Günün heyecanı oldu işte. Sonra Nuria bizi yürüyüşe götürdü. Pek yürümedik, arabasıyla 18km ötedeki göle gittik. Orada hayatımda ilk kez kuş gözlemi yapmış oldum. Gerekli donanımları vardı ve profesyonel gözlemciymiş zaten. Bu dünyada var olduklarını düşünmediğim pokémon gibi ördekler gördüm. Hatta bir tanesinin dişisi yavrusunu sırtında taşıyordu. Birbirini takip eden yavrular süperdi. Sonra milattan önce III. , II. , I. yy.'da yapılmış yerleşimlerin olduğu arkeolojik kazı sahasına gittik. O zamanlar için gerçekten çok iyi yapılmış evlerdi. Şimdikilerden tek farkı, malzemesi. Tabii yine ovayı görüyordu ve manzara muhteşemdi. Telefonumun şarjı bittiği için fotoğraf çekemedim. Bu arada artık yeni bir Vodafone ES hattım var. Sonrasında Candeleda'ya gittik orada tarçınlı kar yedik. Uzun uzun yaşam şartlarından konuştuk. Şu an evdeyim ve yarın fırsat bulamayacağım için oturdum bunları yazıyorum.

Nuria'ya göre ben geleli sanki bir ay olmuş. Bana da öyle geliyor. Bu arada İspanyolcam sadece kelime bazlı ilerliyor, haftaya Cervantes'te çalışmış birinden ders almaya başlayacağız büyük bir ihtimalle. Ondan sonra cümle kurmaya başlarım diye düşünüyorum. Dolu dolu 4 gün böyle geçti işte. Artık uyumam lazım. Yarın iş başı. Hafta sonu neler yapacağız görelim bakalım.

15 Haziran 2010 Salı

Durağan

Üçüncü gün, en durağan gün buydu, belediyedeki ofiste biraz nete girebildim biraz bir şeyler yaptık. Kasabada yürümeyi yaygınlaştırmaya çalışıyoruz bu nedenle seminerler düzenleyeceğiz. Bunu tanıtıcı web sayfası yapacağım. Laura ile birlikte tasarıma falan karar vermeye çalışıyoruz. İş bitiminde markete gittim.

Dünyanın sonu (El fin del mundo)

İkinci gün Kültür Evi’nde kütüphaneye gittim ve orada internet vardı. Oranın internet kafesinden sorumlu Rocio ile tanıştım. Nette bir kaç şey yaptık. Orası daha erken siestaya giriyordu. Oradan yine belediyeye geldik. Bu sefer Nuria, beni, Claire'i ve Laura'yı alıp evine götürdü. Evi başka bir kasabada, ismi 5 kasaba bir yerde gibi bir şey. Orada yerel yemekler yedikten sonra dağdaki bahçelerine gittik. Çok güzel bir bahçe yapmışlar ve yeri de çok güzel. Kivi ağaçları var, tahmini 6 yıllık ama erkeği olmadığı için meyve vermemiş. Giresun'da da kivi üretimi yayılıyor. Bizimkilere sormam lazım detaylarını. Oradan "dünyanın sonu" dedikleri bir yere gittik. Uçurum gibi bir yer ama önünüzde dümdüz bir ova var. Fotoğraflarını çektim, umarım fotoğraflar daha iyi anlatır. Muhteşem bir manzara. Gözün alabildiğine bir ova içinde ağaçlar, nehirler, göller, etrafında tabak kenarı gibi dağlar. Geri dönerken Claire bileğini burktu. Bir ay önce de aynı yeri burkmuş ve bu yüzden yüzmek, tırmanmak gibi bir çok şeyi yapamamış. O nedenle çok üzüldü. X-ray için en yakın şehir olan Talavera'ya gittik. Ayağını alçıya aldılar ve akşam geri döndük. Arenas’dan daha büyük bir şehir görmüş oldum.

14 Haziran 2010 Pazartesi

İspanya'da ilk gün

İlk gün uyanır uyanmaz belediyeye gittim. Beni beklemiyorlardı. Nuria (bütün işi yürüten kişi) beni belediyede çalışan herkesle tanıştırdı. Öğleden sonra da Laureline (Fransa'dan gelen diğer Avrupa gönüllüsü) ile markete gittim. Dia her yerde olduğu gibi burada da var, diğer seçenekler de Sol, Maxcoop, Gigante. Fiyatlar pek farklı değil ama evimizin karşısında bulunan manavdan aldığım domates benim için çok farklıydı. Domatesin kokusunu unuttuğumu hatırladım. İstanbul’da domateslerin bırak kokusunu bütünüyle plastiğe doğru bir gidiş var. Burada temiz hava ve sağlıklı yiyecekler sonucu mutasyona uğrayabilirim.

13 Haziran 2010 Pazar

İspanya'ya doğru yola çıkıyorum

13 Haziran günü Sabiha Gökçen Havalimanı'ndan çıktığım yolculukta önce Barselona sonra Madrid’e giriş yaptım. Barselona da tekrar check-in yaptırmamı söylediler bence bunun sebebi dış hattan iç hatta geçtiğim için pasaport kontrolünü görmemi sağlamaktı. Pasaport kontrolden geçtim ve neredeyse havaalanından çıkacaktım. Check-in'i buldum zaten Spanair çok kullanılan bir hava yoluymuş. Bir sürü gişesi olmasına rağmen sırada çok fazla kişi vardı. Bir görevliden yardım istedim ve hemen hallettiler. 20:00 uçağına yetişmeliydim ve saat 19:55'di. Çünkü 1 saat 10 dakikalık arayı 50 dakikalık gecikme yemişti. Koşa koşa uçağa vardığımda 5 dakika gecikmiştim ama yine sıra vardı. Görevlilere sorunca bu uçağın da 50 dakika gecikmeli kalkacağını öğrendim. İki uçakta da 50 dakikalık gecikme sayesinde planımın dışına çıkmamış oldum.

Uçak hakkında konuşacak olursak; Uçakta servis yok, zaten açıklamada "satın almak için yiyecek içecek bulunmaktadır" yazıyor. Paran olduktan sonra parfüm bile alabilirsin uçakta hatta uçak maketleri. Bindiğim iki uçak da aynı uçaktı galiba. Uzun ince bir gövde, 2 ve 3 şeklinde ayrılmış 5 koltuklu sıralar. Spanair yenilenme sürecinde ama sadece logosunu ve web sayfasını değiştirmiş. Madrid'e geldiğimizde bu sefer tahmin ettiğim gibi pasaport kontrol olmadı. Bavul bekleme süreci çok uzun sürdü. Zaten 50 dakika gecikmiştik. Beatriz (karşılamaya gelen İspanyol kız, bizim ekipten) gerçekten çok bekledi. Sonra yaklaşık iki saatlik yolculukla Arenas De San Pedro'ya (Aziz Pedro'nun Kumları) geldik. Evde Claire (benim gibi Avrupa gönüllüsü Fransız kız) vardı.

Bana öğlene kadar uyuyabileceğimi ve öğlen kafeye (La caracola = Salyangoz kabuğu) gelmemi söylediler. İnanılmaz bir alışkanlıkları var. Her gün aynı kafeye aynı saatte gidip kahve içiyorlar ve yanında atıştırmalık bir şeyler yiyorlar. 8'de belediye açılıyor. 11:30'da kahve molası, yarım saat sürüyor. Saat 3'te de gün bitiyor. Bazı yerler siestadan sonra yani 5'te tekrar açılıyor 8'de kapanıyor. 3 ile 5 arası uyumaya dördüncü günde alışmış durumdayım. Gerçekten o saatte uyku çok güzel. Henüz 12’den sonrasını göremedim çünkü şimdiye kadar çok yorucu oldu.