17 Ekim 2010 Pazar

Plansız İtalya Avusturya -Bölüm 6-

Akşam trenle 3 saatte Milano’ya geçtim. Hostel listem hazırdı ama dışarıda yağmur yağıyordu ve yağmur altında adres aramak zor geldi. Onun yerine birkaç saate devasa tren istasyonunda geçirdim. Son otobüsle havaalanına gidip uçağımı orada bekledim. İlk kez havaalanında uyudum hatta dişlerimi fırçaladım. Terminal filmini yâd edelim şu noktada. Basık tavanlı eski Malpensa havaalanında vakit geçirmek çok zor. Şansıma kitapçıda İngilizce kitaplar vardı. Dan Brown’ın Kayıp Sembol kitabını aldım ve okumaya başladım. Daha önceki kitaplarındaki benzerlikler nedeniyle bir daha okumam demiştim ama okurmuşum. Bir de Malpensa’ya eski dedim ama Bergamo ne halde bilmiyorum.

17 Ekim Madrid

Öğlen uçakla Madrid’e geldim ve yine hiçbir kontrol yoktu. Türkiye’den çıkmak için harç puluna kadar varan bir çok şeyle uğraşmış bünyeler için alışılması zor olaylar bunlar. Hatta easyJet’in web checkini sayesinde checkin yapmam da gerekmiyor. Bu nedenle sadece kapıdan geçerken uçuş kartımı göstermem yetiyor. Neyse sonuç olarak geçici de olsa evime gelmiştim. Önce arkadaşlara haber verdim, hazır Madrid’deyken buluşalım diye. Herkes ayrı havada olduğu için bulaşamadık, aynen güzel ve yalnız kasabama doğru yola çıktım. Açlıktan çılgın atan ve görmeyeli kilosunu iki katına çıkarmış kedimin çığlıklarıyla maceram son buldu. Telaşlanmayın bir Fransız bayanla ve onun sevgilisiyle birlikte yaşıyorum sonuçta onlar da kedinin sahibi.

Kedinin adı da "shot" anlamına gelen "chupito"nun efemine hali "chupita", gecelerden ne kadar etkilendiğimizi siz düşünün.

16 Ekim 2010 Cumartesi

Plansız İtalya Avusturya -Bölüm 5-

Haftasonu Venedik üzerinden Milano’ya dönmeyi planlıyordum ve Graz Üniversitesi’nden bir grup (çoğunlukla Erasmus) öğrencinin Venedik’e günübirlik gezi yapacaklarını öğrendim. Ben de o kafileye katılıp otobüsle Venedik’e gittim. Turist rehberinden bahsediliyordu ama rehber otobüste birkaç yer anlattı ve bir harita verdi. Venedik’e vardığımızda bütün grup çil yavrusu gibi dağıldı. Yine tek başıma kalmıştım. Venedik’i ya ben kafamda çok büyütmüştüm ya da pazarlaması çok iyi yapılmış bir şehir. Bazen (tahminen gel gitlerde) sokakları bile sular altında kalan bir şehir. İyi ki turizm sezonunda gitmemişim çünkü bu zamanda bile akıl almaz bir kalabalık vardı. Hint ve Türk turistlerin çoğunlukta olduğunu düşünüyorum ya da algım özellikle onlara yönelmiş olabilir. Ayrıca Hintli bir grup film de çekiyordu. Hint film sektörü için büyük bütçeli bir yapım olmalı. Bilmeyenler için; Hint film sektörü yani Bollywood, küçük bütçeli örnek olarak tek bir kahvehanede gösterilen filmler gibi yapımlarla toplamda Hollywood bütçesini geçmektedir. Bu da bana PHP web sayfaları ile .NET sayfaların arasındaki ilişkiyi anımsatır. Konudan da böyle sapılır.

Şimdiye kadar milyonlarca kez gördüğünüz Venedik fotoğraflarından başka diyecek bir sözüm yok. Kanallar, helikopter kiralamaktan pahalı gondollar, yapışkan seyyar satıcılarıyla sulak şehir. Yankesicilere de dikkat etmek lazım. Kilise girişinde çantamı emanete bırakmamı söylediler. Emanet şaşırtıcı şekilde ücretsiz olmasına rağmen pek güvenim olmadığı için hızla gezip çantamı geri aldım. Her şeyin ücretli ve pahalı olduğu bir şehir notunu ekleyelim çünkü mesela bir kiliseye girdiniz, kilise içindeki ayrı bölümler için de ayrı ücretler isteyebiliyorlar. Son olarak, tur şirketinin tavsiye ettiği Gülen Kedi restoranının da antik zamanlardan beri kapalı gibi duran hali gözümün önünden gitmiyor. Tur şirketini müşteri memnuniyetsizliği adına yaptığı son hamleydi.

Gülen Kedi demişken "le chat qui rit" gibi bir yazımı vardı. İspanyolca ile Fransızca arasında ki benzerlik sayesinde bunu anlayabiliyordum. Hatta lavaş kiri diye bildiğimiz "la vache qui rit"in de gülen inek olduğunu bilirsiniz.

Artık eve gitme vakti gelmişti, önce tren biletimi aldım sonra tren saati gelene kadar istasyonun merdivenlerinde oturup kalabalığı seyrettim. O an güzeldi işte. İstasyon merdivenlerinde oturuyorsunuz, önünüzden büyük kanal akıyor, üzerinde Ferrovia adlı toplu taşıma vaporettoları geçiyor. Toplu taşıma şehrin turistlerinden ayrı yerli halkı da olduğunu hatırlatıyor. Şehirde araba kullanılacak sokak yok. Araba ve otobüsler için bol ücretli otopark adaları yapılmış. O adalardan merkeze geçmek de ayrı ücret.

Hani yanımda sevgilim olsa daha güzel gelir miydi şehir diye düşünüyorum ama hiç öyle romantizm yaşanacak bir yer değil. Kalabalıktan anca dar sokaklara kaçıp kurtuluyorsunuz, oralarda da dar sokaklar bunaltıyor. Fare labirentinde kıstırılmış gibi bir oraya bir buraya akıyor insanlar. Sadece ensesi kalınlar gondollarda sevgilileriyle birlikte. Bir de gondollar, küreklerden ziyade dar kanalların duvarlarından güç alan gondol kaptanlarının bacakları sayesinde yön buluyor.

14 Ekim 2010 Perşembe

Plansız İtalya Avusturya -Bölüm 4-

Sözde sabah ilk trenle gidip, günü birlik bir gezi yapacaktım. Akşamdan kalma kafayla kalkmak ve gitmek ayrı bir meziyetti ama 2 dakikayla treni kaçırdım. Sonra ki trenle Viyana’ya gittim. Aklınızda bulunsun diye söylüyorum; Önceki gün aldığım 26 yaş altı indirim kartı ile tren yolculuğunu biraz daha ucuza getirdim. Aklınızda bulunması gereken diğer bir konuda tren istasyonlarında bekleyen fosforlu yeşilli yelekler giymiş ağabeyler. Nedense turist büroları kapalıydı ve bu ağabeyler bön bön etrafa bakan kişileri seçip yanlarına gidip "Turist bilgi noktası benim. Nasıl yardımcı olabilirim?" diyorlar. Şaşırmayın, gerçek anlamda turist danışmanları onlar. "Gezmeye geldim ama Viyana’yı kuşattığımızdan ötesini bilmiyorum. Çok değişmiş diyorlar. Gerçeklik payı var mıdır?" diye sordum. İlla o şaşırtacak değil ya. Önce bir harita çıkardı, şehrin tarihi merkezini ve nasıl gideceğimi anlattı, harita üzerine de çizdi, karaladı falan. Sonra istemesem de bilet almama yardımcı oldu. Bozukluğum yoktu, para bozdu geldi. En sonunda çok kral adammışsın diyerek ayrıldım yanından.

Öncelikle metro ve bilumum vesaitte boğuldum. Sonra gün yüzüne çıktığımda heykellerin Rusça yazılarla ve Türk korkusuyla dolduğunu gördüm. Gerek heykellerde gerekse resimlerde Türk orduları saçı ve bıyığından başka kılı olmayan, soluk benizli, iri yarı, avret mahalleri kürklerle örtülmüş şekilde tasvir edilir. Avrupa’da gördüğüm örnekler bu şekildedir. Bunların da her zaman öncü birliklerimiz olan Deliler olduğunu düşünürüm. Deliler derken hastalıktan ziyade gözü korkusuz, her türlü savaşa önde giren bir taburdan bahsediyorum. Bu heykel ve resimleri yapanlar veya onlara anlatan ozanlar Deliler’den ötesini görememiş olmalılar. Bu paragrafı yazmamın asıl sebebi bir kilise kapısında papaz heykelinin ayakları altında yatan yarı çıplak adamın üç hilalli kalkan taşıyor olmasıdır. Bu korkularının göstergesidir. Denizde hiçbir zaman güçlü olmamamıza rağmen (örn. İnebahtı Sakal Traşı) İtalyanlara "Mama il Turchi" dedirtmiş bir milletiz. Korkutmaktansa sevilmeyi isteyen bir milletiz bunu da böyle bilsinler.

Bütün günü sokaklarda gezerek ve fotoğraf çekerek geçirdim. Etrafımda konuşulan Türkçe nedeniyle kendimi başka bir ülkede gibi hissedemiyordum. Güneş görünürden kaybolmaya başladığında hava da sıcaklığını yitirmeye başlamıştı. Geldiğim yoldan Graz’a döndüm ve iki geceyi daha Graz’da geçirdim.

10 Ekim 2010 Pazar

Plansız İtalya Avusturya -Bölüm 3-

Gece 1 suları Venedik’ten geçiyoruz umuduyla kalkıp baktım ama karanlıktan başka bir şey göremedim. Sabah Bruck an der Mur’a varmıştık. Burada inip başka trene binmem gerekiyordu. Graz kafilesi olarak trenden indik ve herkes mal mal etrafa bakıyordu. Nereye gitmek istediğini adamın gözünden anlayan bilet kontrolcüsü bi Japon çocuğu göstererek "Graz, Graz!" diye bağırdı ve bütün kafile çocuğun peşine takıldı. Graz’da üniversite okuyan gençlerden olmalıydı ama İngilizce bilmiyordu. Almanca bildiğinden de şüpheliyim. Bir süre çocuğu takip ettik sonra Allah’ın verdiği Japon çevikliğiyle ani bi depar attı. Önce kafileye sonra çocuğa baktım. Kafilede hareketlenen yoktu, bende bari çocukla aramızdaki bağı koparmayayım diyerek koşmaya başladım. Graz treninin zamanını öğrenmek için monitörlere bakmaya koşuyormuş. Kafilede bir telaşla yetişti bize ama trene daha çok süre vardı. Bekleme ve tren yolculuğunun ardından sabah saatlerinde Graz’a varmıştım. Elimdeki adres ve zihnimdeki harita görüntüsü ile arkadaşımın kaldığı öğrenci yurdunu buldum ve şansıma bir başka arkadaşım da orada kalmaktaydı. İkisi de Graz Teknik Üniversitesi’nde yüksek lisans yapmaktaydılar ama şu an sadece Almanca hazırlık görüyorlar.

Yaklaşık bir haftamı onların yanında geçirdim ve bol bol Graz’ı gezdik. Küçük Almanya olan Avusturya’da sadece Türkçe ile yaşamanız mümkün. Arkadaşlarını başka bir ülkede görmek güzel bir duygu. Graz soğuk olmasına rağmen hoşuma gitti ve daha önce gittiğim yerlere göre daha pahalı bir şehir. Arkadaşların bisikletini sürme fırsatım da oldu. Düz ve bisiklet yolları olan bir şehir olduğu için bisiklet sürmek çok eğlenceli. Tabi orada pek eğlence amaçlı kullanılmıyor. Graz’a dair aklında kalan en önemli olay nedir diye sorarsanız Efes’tir derim. İspanya’da görmediğim Efes, orada pahalı da olsa bulunabiliyordu ve diğer biralardan çok farklı bir tadı olduğunu hatırlattı.

9 Ekim 2010 Cumartesi

Plansız İtalya Avusturya -Bölüm 2-

Saat 15, İtalya Milano Malpensa havaalanı, İspanya’nın sıcak ve güneşli havasından sonra buranın kapalı gökyüzü bunaltıcı geldi. Avrupa içinde olan bir ülkeden geldiğimiz için vize kontrolü yoktu ama marka kontrolü vardı. İnsanoğlunun değişimine tanık olmak çok özel bir duyguydu. Kafalarımızda oluşturduğumuz gerçekte var olmayan ülke sınırlarını kaldırsak bile başka sınırlar koyabiliyoruz. Bu sefer de korsan ürün sınırlamasındaydık. Üzerinizdeki eşyaları süzen iki silahlı erkek polis tarafından üzerinizde kopya marka olup olmadığına bakılıyor. Eğer şüphe daha fazlaysa bavulunuzu açmanızı bile istiyorlar. Pahalı markaların sertifikalarını görmek istiyorlar. Bir bayanın çantasından sertifika çıkarttığını da gördüm. Siyah renkli insanlara ayrı bir ilgi gösteriyorlar. Ben geçerken gözlerinin kenarıyla bile bakmadılar.

Terminaldeki tabelalardan da görebileceğiniz gibi merkez tren istasyonuna (Milano Centrale) gitmek için iki seçeneğiniz var; otobüs ve tren. Trende aktarma yapmak gerektiğini düşündüğüm için otobüsü tercih ettim. 1 saatlik yolculuğun ardından merkezdeydim. Devasa tren istasyonuna bakmaktan kendimi alamıyordum ama kalacak bir yer bulmalıydım. Aslında bu kadar plansız yola çıkmazdım ama birine güvenmiştim. Yine de bu Avrupa Gönüllü Hizmeti sağ olsun, Milano yakınında bir kasabada kalan bir arkadaşım daha vardı. Telefon kartlarını tekeline almış bir amcanın yardımıyla arkadaşımı aradım. Amca kartta ne kadar kontör olduğuna bakıyor, sonra ne kadar kaldığına bakıyor ve harcanan tutarı istiyordu. İspanyolca ve İtalyanca arasındaki benzerlik de çok işime yaradı. Hem anlamak ve hem de anlatabilmek çok kolay oldu. İtalya hakkında ilk izlenimim köşe başı dilim pizzacılarıyla, takım elbiseyle Vespa kullanan insanlarıyla ve kırmızı ışıklarda motosiklet yığını haline gelen motosiklet sevdalarıyla çok hoşuma gitti.

Gece Arona, göl kenarında minik bir tatil kasabası ama minik dediğime bakmayın benim kaldığım kasabaya göre büyük bir yer. Bütün yorgunluğuma rağmen Irish Pub’da canlı müzik varmış hadi gidelim dediler ve bu kadar yolu uyumak için gelmedim diyerek devam ettim. Arkadaşım, 4 AGH gönüllüsü ile birlikte aynı evde kalmaktaydı ve benim için de fazladan yerleri vardı. İlk gece tanışma, sohbet ile geçti ve geceyi nasıl oldu bilmiyorum barda çalışan elemanın evinde noktaladık. Tek hatırladığım zift karası bir kedisi ve çok soğuk bir evi olduğuydu ve Grappa diye çok sert bir içki içtikleri. Sonrasında alkollü bir şekilde, organizasyonun gönüllü arkadaşlara tahsis ettiği arabayla eve dönmek için yola çıktık ve kaza yaptık. Kaza sonrasında gülmekten hasar analizi yapamadık. Sabah jantın yamulduğunu fark ettik. Kazayı yapan arkadaş İspanyol’du ve onunla İspanyolca konuşmak güzeldi. Ayrıca yılbaşında İspanya’da yalnız kalacağımı söyledim ve beni alıp yılbaşı partilerine götüreceğini söyledi. Burada yılbaşında aileden ayrı, yalnız kalmak acınası bir durum.

8 Ekim 2010 Arona

İlk kez plan yapmaya başladım, Milano’da ki hostelleri araştırıyordum ama aklımda Graz’a gitmek vardı. Günü Arona’yı gezerek geçirdim ve acıktıkça pizza yedim, genelde salçalı ekmek diyebileceğimiz şekilde pizza yapıyorlar. Göl kenarında olması çok hoşuma gitti. Küçük bir yer olmasına rağmen Türk restoranı eksik değildi. Akşam evdeki gönüllülerden birinin fotoğraf sergisine gitmek için yola çıktık ve bu sefer kızlardan biri sürüyordu arabayı. "O çocuğa bak!" derken yanlış yola saptı kız ve bol bol tur attık. Gittiğimiz yerde orada yaşayan başka bir Türk’le karşılaştık. 3 aydan sonra yavaş yavaş Türkçe konuşmaya başlamak güzel geliyordu.

Evde Milano hostellerinin listesini çıkardım ve yarın Milano’ya gitmek için hazırdım. Evin altındaki barın gürültüsüne hiç aldırmadan anında uyumuşum.

9 Ekim 2010 Milano

Caner arkadaşım sağ olsun çok güzel ağırladı beni. Sayesinde sokakta kalmadım daha ne olsun? Ayrıca yemekler ve eğlence de çabası. Son bir de Milano rehberliği yaptı bana. Milano kalabalık, hareketli ve bol motosikletli bir şehir. Taşaklarına basınca şans getirdiğine inanılan boğasından, güvercinli Leonardo Da Vinci’sine kadar birçok fotoğraf çektim. Şaşkına çeviren devasa tren istasyonunu geniş açılı alamamışım ama fotoğrafla olacak iş değil, gidip görmek lazım.

Akşam, trenle Avusturya’ya doğru yola çıktım. Venedik üzerinden geçecektim ama dönüşte uğrarım düşüncesiyle bileti doğrudan Avusturya’ya aldım. Tren yataklıydı ve öyle Edirne-İstanbul arasındaki gibi yatakları kaldırıp normal koltuk gibi kullanalım dememişlerdi. Adeta otel havasında olan bu trende temiz çarşaflar yatakların üzerinde bekliyordu ve su ikramı da oldu. Avrupa’da ikram ender rastlanan bir olgudur. Kaldığım kompartımanda, nereden geldiğini anlamadığım bir sürü dil konuşabilen ama benim bildiklerimden hiçbirini konuşamayan bir çift vardı. Anında yataklarını hazırlayıp, pijamalarını giyip, ışıkları söndürüp yattılar. Ben de daha saat 9 nereye yatıyorsunuz demeden onlar gibi yattım ama bir türlü uyuyamadım. Tren hırsızlıklarını düşünmek de ayrı bir uyku kaçırıcı etken. 10 saat karanlık bir odada hangi yöne gittiğimizi bile anlamaz bir halde uyumamaya çalışıyordum. Bilet kontrolcüsü biletimde başka bir yer yazmasına rağmen Graz’a gideceğimi anladı ve "İnmen gereken yere yaklaştığımızda kapınızı tıklatıcam." dedi.

7 Ekim 2010 Perşembe

Plansız İtalya Avusturya -Bölüm 1-

Plansız programsız çıkılan Avrupa gezisi. Aslında Madrid'den başlıyor ama şu sıralar Madrid yakınında ikamet ettiğim için buraları geziye katmadım. Milano'ya inişim ve sonrasında kafama göre yaptığım yolculuk. İnterrail planlaması yapan arkadaşların önünde saygıyla eğiliyorum, hiç bana göre bir iş değil onu anladım.

Gezimiz Milano yakınında Arona adlı bir kasabadan başlayıp Milano'nun ara sokaklarından Avusturya Graz'a kadar giden bir trenle devam ediyor. Viyana'nın fethedilmemiş kiliselerinin gölgelerinden dolanıp aynı yoldan geri dönüyor ve içimizde kalmasın denilerek Venedik sularında son buluyor.

7 Ekim 2010 Perşembe

Sessiz bir sonbahar sabahı saat 5 sularında evdeki yavru kediyle vedalaşıp yola çıkmıştım ve güne sokakta gördüğüm İspanyol polislere "Hola!" diyerek başladım. Gün doğmadan yola çıkmamın sebebi Madrid’e otobüsle 2-2:30 saat mesafede bir kasabada ikamet ediyor olmamdı. Uçağım öğleden sonraydı ama bir sonraki otobüsle uçağa yetişmem riskli olabilirdi. Plansız gezimde sabit olan tek nokta Madrid-Milano arası gidiş-dönüş aldığım uçak biletiydi.

Saat sabah 8, yer Büyük Madrid Otogarı, birkaç metro aktarmasıyla en yakın Decathlon’u buldum ve çanta, suluk ve yağmurluk aldım. Çantam vardı ama bu uzun yolculuk için belden kavramalı daha fazla hacimli bir dağcılık çantası aldım. BIONNASSAY 32 sırt çantası, uçakta kabin içi baş kısmındaki bölmelere uygun boyutlarda. Bu nedenle easyJet gibi ucuz havayolu firmalarında fazladan ücret ödemeniz gerekmiyor. Artık çantam da vardı ve her şey hazırdı. Madrid’e erkenden geldiğim için rahat rahat Barajas havaalanına gittim ve kısa bir gecikmenin ardından yola çıktık.