2 Nisan 2011 Cumartesi

İstanbul

2010 Aralık ayının ilk haftası
Türkiye'den ayrılırken bu bir sene içinde geri döneceğim hiç aklımın ucundan bile geçmedi. Gelirim ederim gibi muhabbetler dönüyordu ama herkes yolculuğun ne kadar pahalı olduğunun farkındaydı. Burada ki ilk aylarımda da 1 seneyi aralıksız burada geçirme fikri devam etti. Bunu duyanlar çok tuhaf karşıladı. Bir sene boyunca evine gitmeden nasıl dayanacaksın gibi sorular sordular. Daha öncesinde 6 aylık Erasmus tecrübem olmuştu Macar diyarlarında. Bu süreçte hiç eve gidip gelmemiştim. Ama bu sefer başkaydı 1 sene olacaktı.

Düğünden, damat arkada en güçlü alkışını patlatıyor.
Havalar soğudu, yaz bitti. Derelerde yüzdüğümüz günler sona erdi. Eve gidip gelsem düşüncesi tohum buldu kafamda. Türkiye'ye özgü şeylerden bahsederken gittiğimde getiririm demeye başladım ister istemez. Arkadaşlarımın evliliği ve kankamın askere gidecek olması tetiğe basmıştı artık. Tarihler planlamaya, ucuz seferler aramaya başladım. Tam da şans işte o sırada web sitesini tanıtmak isteyen Pegasus, web sitesinden alınan biletlerde indirim yapıyordu. Ama bu seferleri henüz Madrid'e kadar ulaşmıyordu. Madrid - Milano arasını easyJet, Milano - İstanbul arasını Pegasus havayollarından alırsam gidiş-dönüş toplamda 4 uçak 88 euro'ya denk geliyordu. Bu mesafede alabileceğiniz en iyi fiyat diyebilirim. Her ne kadar Pegasus'un sitesi o bileti satmamakta diretse de 4-5 saat süren denemelerden sonra aldım.

Madrid'den kalkan ilk uçağım 1 Aralık gününün sabah saatlerinde kalkacaktı. Bunun için akşamdan Madrid'e gidip, sabaha doğru havaalanında hazır bulunmalıydım. Geceyi havaalanının ışıkları altında geçirmekten bıktığım için Madrid'de bir pansiyonda geçirmeye kadar verdim. 4 kişilik odada tek başımaydım ama bu yalnızlık uzun sürmedi. Gecenin bi vakti gelen yunan futbol fanatikleri türk olduğumu öğrenince oturup sohbet etmek istediler. Sırf maçını izlemek için o kadar yol geldikleri, taraftarı oldukları takımlarını tanımadığımı söyleyince suratlarının aldığı hali görmek güzeldi. Beşiktaşlı olduğumu söyleyince diğer takımları saymaya başladılar. Futbolla ilgili Beşiktaşlı olmaktan öteye ne bir kelime bilirim ne bir isim. Bunu anlatamamak yada anlatmak ama anlamamaları çok komikti. Onlar içmeye gittiğinde ben yatmaya fırsat bulmuştum ama kalktığımda hiç uyumamış gibiydim. Onlar uyurken alarmımdaki rock müzik eşliğinde odadan ayrıldım. Sibeles çeşmesinin oradan kalkan otobüsle havaalanına gittim. Orada eski postahane binası bulunmakta ve bu bina eski ve güzel olduğu için Madrid belediye başkanı bu binaya göz dikmiş. Şuan belediye binasında tadilat var diye o binayı kullanıyorlar. Benim hoşuma giden kısmı binanın dışında, üzerinde büyük şehirlerin isimleri yazan posta kutularının olması.

Uçağa bindiğimde henüz hava aydınlanmamıştı. Kalkışı beklerken uyumuşum, gözlerimi açtığımda hareket halindeydik ve güneş artık doğmuştu. Güneşin doğduğu yere doğru, İstanbul'a gidiyordum.

Aktarma yapacağınız zaman ilk dikkat etmeniz gereken şey saatlerdir çünkü gecikme çok olur. Ben ona dikkat ettim hatta iyiki de dikkat etmişim ama başka bir şeye dikkat etmeyi unuttum. Bir yerlere not alın. Aktarma yapılacak şehrin adıyla başlayan iki havaalanı olabilir.

Milano'da Malpensa ve Bergamo havaalanları var. Bergamo havaalanı aslında Milano'da olmamasına rağmen Milano'ya bakınca o çıkıyordu. Ben de ne kadar uzak olabilir ki dedim. Arada 2 saate yakın süre ve 10 euro'ya yakın ücreti olan bir servis var. Eğer Madrid - Milano arası için easyJet değil de ryanair'ı tercih etseydim, aradaki bu mesafeyi karayoluyla katetmeme gerek kalmayacaktı. Ama her zamanki gibi tecrübe diyoruz.

İstanbul'da Sabiha Gökçen'e indiğimde Milano'dan yaptığımdan çok da farklı bir şey olmadı. Atatürk havalimanına daha yakın olan evime gitmem gerekiyordu. Sonuçta İstanbul'lu olduğumuz için toplu taşımayı tercih ettim. Etmez olaydım. Havada geçirdiğimden daha fazla süreyi otobüste geçirdim. Kadıköy'den vapurla karşıya geçerken bütün yorgunluğuma rağmen aklımda tek bir şey vardı. Aylardır hasretini çektiğim ince belli bardakta çay. Hemen vapurun çay ocağından aldım çayımı ve boğazın karanlık sularına karşı içtim. Hava kararalı çok olmuştu. Güneş geldiğim taraftan batmıştı. Artık İstanbul'a varmıştım.

Karşı tarafta, uçaktan indikten sonra haberleştiğimiz abim vardı. İş çıkışı beni almaya gelecek ve birlikte eve gidip sürpriz yapacaktık. Onu gördüğümde yorgunluğumu daha fazla hissettim. Çünkü artık rahatlamıştım. Eve gitmek için banliyö trenine bindik. Daha sonra Paris'e yapacağım bir gezide banliyö ve tren kelimesinin geldiği yerde gerçek banliyö trenlerine bineceğimden habersizdim. Eve geldiğimizde annem, abimin bir arkadaşıyla geleceğini biliyordu ama o kişinin ben olduğumdan haberi yoktu. Beni gördüğünde üzüntüyle karışık bir sevinç yaşadı çünkü 5,5 ayda fazlasıyla zayıflamış ve bu son yolculukla iyice yorulmuş oğlu vardı karşısında.

Sonrasında o kadar güzel bir hafta geçirdim ki. Bir kez daha adımın anlamı gibi çok şanslıyım ben dedim. Arkadaşların düğünü, kankanın askere gidişi, yeni evli çiftin evindeki yemekten tut boğaz kenarında düğün öncesi bekleyişe kadar unutulmayacak bir hafta oldu. Bir filmin en güzel sahnesine yetişmek gibi.

Ben şantör Olcay Gümüşbıçak, yeni evli Burcu ve Asım çiftini tebrik eder, Doğan er ve erbaşlarına hayırlı teskereler diler, Soner'in son kitabının bin baskı yapmasını isterim. Haydi uğurlar ola. Hola!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder