7 Ağustos 2021 Cumartesi

Bölüm 5 - Irkçılık


Gödöllő’de ders sonrası, eve geliyorum. Ev arkadaşım ile ev sahibini mutfakta başbaşa ağlarken buluyorum. Ellerinde fotoğraflar. Adam İngilizce bilmiyor, nasıl anlaşıp da ağlayacak noktaya geldiklerini merak ediyorum. Arkadaşım “Ağlamanın dili mi olur?” diyor. Ev sahibimiz “Macarlar ve Türkler kardeştir.” diyor.

Asyadan yola çıkan hunların, Karadeniz’in güneyinden gitmeyi tercih edenlerinin Araplarla girdikleri münasebetten dolayı müslüman olduklarını biliyorum, Karadeniz üzerinden gidenlerin ise hristiyan olduklarını öğreniyorum. Karpatlara yerleşen ayrık hun toplulukları Roma’dan alınan destekle birleşiyorlar ve adları yabancı dilde “Hungary” yani hun ülkesi oluyor. Onlara kendilerinden başka macar ülkesi diyen sayılı ülkeden biriyiz. Macaristan’ın Macarcada adı “Magyarország” ve bize “Törökország” diyorlar.

 1526 yılında Mohaç’da yollarımız tekrar kesişiyor. Osmanlı hakimiyetine giriyorlar, Avusturya’ya karışana kadar bu sürüyor. Osmanlı dil veya din baskısı yapmadığı için güzel anıyorlar. Hatta havaalanında Macaristan turizmi için asılan bir reklam afişinde “Osmanlı geldi. 150 yıl kaldı.” diye övünüyorlar. Sonrasında pek muhabbetimiz olmuyor. Şimdi Avrupa’nın en azılı ırkçıları. Sınırdan geçmeye çalışan bir mülteciye çelme takacak kadar gözleri dönmüş.

İspanya’da kaldığım kasabanın bağlı bulunduğu Ávila şehrinde o zamana kadar oturum izni alan ikinci Türküm. Kayıt sırasında, kimlikte soyadını mı önce yazıyorsunuz yoksa adı mı tartışması yaşıyoruz. Onlarda, çocuk hem annenin hem de babanın soyadını alıyor, uzun uzun isimler ortaya çıkıyor. Bu uygulamanın sebebi; birinin melez mi yoksa saf mı olduğunu daha rahat anlamak.

1500 senesine geri dönelim, Osmanlı Avrupa’nın baharat yollarını kapatmış. Kristof Kolomb da baharatlara ulaşmanın yeni yollarını ararken Amerika kıtasına varmış. Yeni dünya yerlilerinin altın küpeleri ilgisini çekiyor ve onları alabilmek için kulak koparmanın da olduğu türlü işkenceler yapıyor. İspanya’ya döndüğünde yaptıklarından ötürü zindana atılıyor. 6 haftalık mahkumiyetin ardından İspanya kraliçesi İsabella ve kral Ferdinand’ın huzuruna çıkarılıyor. Kraliçe “Kristof, senin yeni seyahatini destekleyeceğiz ama şu kulak koparmayı bırakmalısın. Barbar mıyız canım biz.” diyor. “Bir de getirdiğin altının haddi hesabı yoktu. Aynen böyle devam.” diye ekliyor kral. Kolomb tekrar Amerika’ya doğru dördüncü seferini yapıyor. Bu sefer kulak koparmak ne kelime, kelle alıyor adam kelle. Koca kıtada yerli bırakmıyor. İş gücü için dışarıdan insan getirmek gerekiyor.

Artık ne kadar ah almışlarsa o altınlarla, 500 yıl sonra sokaklarda “Compro Oro” (Altın Alınır) pankartlı insanlar görüyorum. Merak ediyorum neden sadece alınır yazıyor, neden satılır yazan yok? Çünkü krizde insanlar, ellerinde ki son değerli şey olan altınlarını satıyorlar.

Bu insanlık tarihi kadar uzun hikaye haftaya devam edecek. Minik bir bilgi ile bu bölümü bitirelim. İspanya’nın okyanus ötesi seferlerde öncü olmasının sebebi portakal bahçeleridir. Denizciler yanlarına ne kadar erzak (kurutulmuş et ve bakliyat) alırlarsa alsınlar, yolda ne kadar balık tutarlarsa tutsunlar narin insan bedeni okyanus ötesi seyahate hep yenik düşer. Ta ki portakalda bulunan C vitamini keşfedilene kadar. Hatta hayati amin anlamında vita-amin derler. Yıllar sonra amin bileşiği barındırmadığı anlaşılır ama adı öyle kalır.

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder